Bu gruba ait tüm sitelerde yayınlanan makaleler, hiçbir dönemde sansür edilmemiştir. Ayrıca Nisan 2012′den
beri de redakte edilmemekte; doğrusu ve yanlışıyla eser sahibinin gönderdiği özgün hâlde yayınlanmaktadır.
Bir önceki yazı: "Selamla ODTÜ'yü"...
Şimdi biraz da okuldaki ilk günümden bahsetmek istiyorum. Okulun açıldığı gün, yatakhane arkadaşlarımla birlikte Meclis'in önüne kadar yürüyerek servis otobüslerine bindik. Mimarlık Fakültesi ilk durak olduğundan otobüsten önce ben indim. Projesi bir yarışma sonucunda seçilen binanın ilk görüşte beni çok etkilediğini hatırlıyorum. O zamana kadar gördüğüm binalara hiç benzemiyordu. İçine girdiğimde hayranlığım daha da arttı. Sora sora birinci sınıfların ders yapacağı yeri buldum.
Bu adına 'stüdyo' denilen kocaman bir salondu ve bir tarafı bahçeye diğer tarafı da avluya bakan bir koridora açılıyordu. Yere kadar inen cam pencereleri vardı ve yüksek tavanı ızgara biçiminde karelenmişti. Duvarları badanasızdı (çıplak beton) ve beton
üzerinde ahşap kalıpların budak izleri görülüyordu. Ben merak ve beğeni ile çevremi izlerken içeriye bir grup genç girdi. Davranışlarından hoca oldukları anlaşılıyordu ama ne kadar da gençtiler.
üzerinde ahşap kalıpların budak izleri görülüyordu. Ben merak ve beğeni ile çevremi izlerken içeriye bir grup genç girdi. Davranışlarından hoca oldukları anlaşılıyordu ama ne kadar da gençtiler.
Hemen toparlandık ve dikkat kesildik.
İçlerinden en iri yapılı ve gür kıvırcık saçlı olanı önce bize hoş geldiniz dedikten sonra çok zor bir okula geldiğimizi, artık uykuyu falan unutmamız gerektiğini, çok çalışmamız gerektiğini aksi takdirde gözümüzün yaşına bakmayacaklarını, zaten büyük bir ihtimalle birinci sınıfta epey fire vereceğimizi söyledi. Bir diğeri ise hocalarımıza karşı çok saygılı olmamız gerektiğini, en ufak bir saygısızlığımızın hoş görülmeyeceğini, canımızın fena yanacağını falan söyleyince hepimiz biraz şaşkın, biraz pişman birbirimize bakmaya başladık. Bazı arkadaşlarımız korka korka bir iki sormaya çalıştı, aldıkları cevaplar moralimizi biraz daha bozdu.Tam o sırada kapı açıldı ve içeriye ak saçlı, görünüşünden yabancı olduğu anlaşılan yaşlı bir bey girdi. Bizim hocalar saygı ile ayağa kalkarak ona doğru yöneldiler ve gülerek "öğrenciler sizindir" diye stüdyoyu terk ettiler. Hocamız (Prof. Fritz Janeba) onları gülümseyerek uğurladı ve ardından bize dönerek onların 4. sınıf talebesi olduklarını ve bunun her ders yılı başında yeni gelen öğrencilere yapılan bir şaka olduğunu söyledi. Böylece hepimiz rahat bir nefes aldık.
Prof. Janeba bize mimarlığın her şeyden önce bir sabır işi olduğunu söyledi. Ayrıca ellerimizin temizliğinin çok önemli olduğunu, stüdyonun bir köşesinde bulunan lavaboda ellerimizi sık sık yıkamamız gerektiğini ekledi. Sonra hepimizden kocaman birer kağıt (Schoeller) çıkarmamızı ve üzerini kurşun kalemle hiç boş yeri kalmayacak biçimde küçük spiraller yaparak (doodling diyordu buna) doldurmamızı istedi. Öyle kocaman kocaman karalamak, işin kolayına kaçmak yoktu. Belli ki sabrımızı ölçüyordu. İçimden "Galiba sen papazı buldun Semiramis!" dedim ve yaklaşık iki buçuk saat kadar, mümkün olduğu kadar küçük spiraller çizerek, kağıdı doldurmayı başardım ve hocaya teslim ettim. Hatırladığım kadarıyla bundan not almadık ama bu mesleği yapacaksak sabırlı olmamız gerektiği beynimize kazınmıştı.
İlk iki sene Bülten Sokak'taki yurtla kampüs arasında gidip gelerek, okuldayken sabahları diğer dersleri, öğleden sonraları da stüdyoda mimari tasarım derslerini görerek geçti. Mimari projelerimiz son ana kadar değişebildiğinden çizim aşaması hep son günlere kalıyordu. Bu nedenle proje teslim zamanlarında stüdyolarda sabahlayarak projelerimizi yetiştirmek zorunda kalıyorduk. Bir köşede kaynayan çaydanlığın tıngırtısı, o zamanın kocaman hantal kasetçalarlarından yayılan müziğe eşlik ediyor, bizi zinde tutuyordu. Ama bazen de dayanamıyor, bir iki saatliğine de olsa çizim masalarından birinin üzerine ya da bir sandalyeye kıvrılıyor, belirlediğimiz saatte sanki saat kurulmuş gibi gözümüzü açıyorduk. Gün ışırken bir köşede önceden hazır ettiğimiz nevale ile edilen kahvaltı uykusuz geçen bir gecenin bütün yorgunluğunu alıp götürüyordu üzerimizden.
Bu arada ufak tefek kazalar da olmuyor değildi hani. Tertemiz çizilmiş bir projenin üzerine son anda devrilen bir rapido mürekkebi ya da çay, hatalı çizilen bir çizginin jiletle kazınması sırasında kağıt üzerinde açılan minik bir delik gibi. Hele bu kazalardan biri var ki hem çok üzülmüş hem de sinirden olsa gerek çok gülmüştük. Çizim bittikten sonra kağıt üzerindeki kurşun kalem lekelerini temizlemek için ekmek içini kağıdın üzerine ufalayıp yayarak elimizle ileri geri kağıt üzerinde dolaştırıyorduk. Ekmek içi bütün kurşun kalem lekelerini temizliyor, pafta pırıl pırıl oluyordu. Gecenin geç bir vaktinde arkadaşlarımızdan biri çizimini bitirdiği bir paftayı bu yöntemle temizlemek için çantasından ekmeğini çıkarmış, acele acele içini kâğıdın üzerine ufalarken ekmeğin bu iş için çantasına koyduğu ekmek değil de annesinin gece yesin diye hazırladığı yağlı ekmek olduğunu fark etmiş ancak bunu fark etmekte biraz geç kaldığı için bütün bir gece özenle çizdiği proje berbat olmuştu.
Anı dizisi, gelecek yazı olan, "Stajyerim" ile devam edecek
Semiramis Kanbak