seçilerek ilk aşama tamamlanır. İkinci derecede: (ABD örneğinde olduğu gibi) Kendi aralarından (veya Osmanlıda Ehli Vukuf bir seçici kurul tarafından) vekil tespiti yoluna gidilerek seçimler tamamlanır ve her derece/düzey seçim bu delegeler arasından yapılır.
Cumhuriyetten sonra uygulanan iki dereceli sistem ise, İslâm’da Devlet İdaresi’ne dair kaynaklarda öngörülen (Medeni Siyaset) sistemindeki ‘şûra usulünü’ andırmaktadır. Özellikle Mustafa Kemal Atatürk zamanında; Önce vilâyet halkı kendi aralarından emin/âlim, mutemet, akil ve mütekâmil zevatı belirler. Bir nevi, ön seçimle belirlenen isimler Ankara’ya bildirilir; Ankara, önerilen isimler arasından seçim/tespit ve vekil atama işlemini yapardı. Bu uygulama çok mükemmel bir sistem idi; Bilhassa Atatürk döneminde, dünyanın en kaliteli, onur-erdem ve sorumluluk sahibi Millet Meclisi Türkiye Cumhuriyeti nezdinde kurulurdu.
Eğer dikkatlice bir gözlem, inceleme ve araştırma yapılırsa görülecektir ki:, 11 Kasım 1938 karşı devriminden itibaren meclise dâhil edilenler ile 27 Mayıs 1960’tan sonra gelenler arasında: Hırsızlık, yolsuzluk, iş takipçiliği, afyon-esrar kaçakçılığı, rüşvet-iltimas, ayırma ve kayırma suçluları ile anarşi-terör, tedhiş dâhil olmak üzere aşağı-yukarı her mazarrattan zanlı, mücrim, sabıkalı ve dahi mahkûm bulmak mümkündür. Ama Atatürk ile tarihi ve kadim D.P. dönemlerinde böyle yaygın, salgın bir yüz karası, utanç mahlûkatı çok nadirdendir.
Literatürde II. Cumhuriyet denilen 1938 – 1950 döneminde yaşanan bozulum, istismar ve deformasyonun sebebi CHP ve İsmet İnönü’dür. Eylem bazında: 150’likler denilen “vatana ihanet suçundan” vatandaşlıktan atılmışların affı; Atatürk kadrolarının Ordu ile Kamu Kurum ve kuruluşlarından tasfiyesi; Hain başı Mustafa Suphi’den intikal “kadrocu ve aydınlıkçıların” devlet görevlerine alınması; Yolsuzluk, ayırma-kayırma, gasp ve hırsızlıkların yoğunlaşması!.
5 Haziran 1946’ya kadar inanılmaz bir başıbozukluk, kitlesel tek parti sömürüsü, sulta, cunta ve diktatörlük hüküm sürer. Fakat tarihi-kadim Demokrat Parti’nin kurulması ile bozuk düzene “DUR” deme yürekliliği baş gösterir. Halk Partisi paniğe kapılır ve saltanatını garanti etmek için bir takım acil kararlar alır. Bunları derhal kanunlaştırır. Kısaca ve öz olarak:
Önce 1945’de, tek partili cunta ve diktatörlükten, çok partili demokratik sisteme adım atılmasına ve bir “deneme yapılmasına” karar verilir. Her ne kadar ortada bir “Siyasi Partiler Kanunu” yoksa da, Cemiyetler Kanununa göre faaliyet gösteren bir takım teşekküller vardır. Halk Fırkasındaki derin ayrışma ve kurmayların terki sonucu, 07 Ocak 1946 da, demokrasinin lokomotifi Demokrat Parti kurulur. Aslında iliklerine kadar demokrasi karşıtı, fakat kendisine verilen rol icabı “Cumhuriyetin kurucusu, koruyucusu ve demokrasi yanlısı” görünmeye özen gösteren malum fırka, çok acele bir seçim kanunu çıkartır. 5 Haziran 1946 tarihli bu kanunla, iki dereceli seçim sistemi sona erdirilir ve yerine “Açık Oy – Gizli Sayım” usulüne dayalı çok rezil bir “seçim düzeni” getirilerek; Kanunun tartışılmasına bile imkân tanımadan 21 Temmuz 1946 tarihinde genel milletvekili seçiminin “ani ve baskın” biçimde ifa ve icrası kararlaştırılır.
Netice malum. Cumhuriyet tarihine geçen en kara leke ve tiksindirici bir utanç vakıası.
MAKUS TALİH TEKRARLANMAK MI İSTENİYOR?..
Aslında bu ne ilk ve ne de son olacağa benzer. Hani 1946’da, “Türkiye’ye çok partili sistemi getirdi” dedikleri, Cumhuriyet düşmanı bir politik organizasyon; Demokrasi, adalet ve çok partili düzene geçilmesin diye “açık oy gizli sayım” usulü ile güya bir seçim yaptırmıştı. Sonra 14 Mayıs 1950’de millet iktidar oldu ve seçim mevzuatındaki bütün pislikleri temizledi.
Aslında, ismiyle müsemma olmadığı sonradan anlaşılan Adalet-Kalkınma Partisinden de aynı beklenti vardı. Maalesef beklenen olmadı. Barajın kaldırılması; Hazine soygununun iptali; Dar bölgeli, iki dereceli ve milli delege sistemine dayalı “namuslu, dürüst, demokrat” seçim usulü ikame edilerek halkın ‘kendi vekilini bizzat seçmesi’ sağlanacaktı. Olmadı!
Üstüne üstlük: Konya Milletvekili Atilla Kart, 1.06.2015 günlü Basın duyurusunda: “12 Eylül 2010 Anayasa Referandumu ve 12 Haziran 2011 Genel Seçimlerinde; seçim suçu işledikleri sabit kişiler hakkında 2586 soruşturma açıldığını, bu soruşturmalarda yargılanan zanlı sayısının On-Bin dolayında olduğunu; Ancak, Temmuz 2012’de AKP eliyle gece yarısı çıkartılan bir düzenlemeyle bu suçluların örtülü olarak affedildiğini!.. Sonuçta yargılama dosyalarının AKP tarafından düşürüldüğünü” açıklayınca ortalık iyice karıştı.
Bu karmaşa içinde, 25. dönem genel parlamenter seçimlerinin yapılacağı gün geldi çattı ve 07 Haziran çok az kaldı. Adına parti denen fakat “kitle partisi olmakla hiçbir ilgisi, alâkası bulunmayan” teşekküllerden seçime katılma şansı elde edenlerin tanıtım, ses kirliliği, beyin yıkama, kafa ütüleme ve propaganda yarışı hızlandı. Radyo, gazete, TV ekranlarından yayılan ses kirliliği, cadde ve sokakları dolduran el ilânı ve afiş çirkinliği; Hoparlörlerle çok yüksek frekanslarda yapılan yalan bombardımanı ile kulaklara verilen zarar. Hâsılı medeni, çevreye saygılı olmaktan uzak, insanlık dışı, dayatma ve ilkel bir seçim rezaleti yaşanıyor.
HAZİNE YARDIMI KEPAZELİĞİ
Bu panayır keşmekeşinin sebebi: Halkın rıza ve muvafakatine aykırı olarak, kesinlikle objektif norm ve adil kriterlere dayanmaksızın alınan/verilen “hazine ulufesi”. Bu haksız ve haram parayı alan partiler, adeta çılgın mirasyediler gibi bol keseden atıyor, işitsel ve görsel medyayı hovardaca kullanıyorlar. Buna mukabil, asgari % 3 oyu alamayan veya % 10 barajını aşamadıkları için “tüyü bitmemiş yetimin hakkından” nemalanamayan diğerleri lâf salatası yapamıyor. Hatıra binaen listeledikleri “fedakâr adaylarını” ekranlarda dolaştıramıyor, çarşaf çarşaf ilan veremiyorlar. Çok yoğun masraf ve fuzuli israf, bol avanta ve peşkeş gerektirdiği için de açık hava toplantıları, konvoy şovları ve miting yapamıyorlar.
ÇOK ADALETSİZ BİR YARIŞ
Bir taraf, millet razı olmadığı halde, devletten cebren, hile ve desise ile hortumladığı haram para ile seçim sefahatı yaparken; Diğer taraf parasızlık ve imkânsızlıktan kırılıyor ve seçim sefaleti içinde kıvranıyor. Şöyle bakıldığında: Önce parti sahipleri, sulta-cunta, vesayet ya da velâyet unsurlarınca yapılan aday atama işlemi!; Azıcık olsun, kanunda öngörülmesine ve fırsat verilmesine rağmen, “aday belirleme konusunda seçmene söz hakkı tanınmaması”; İmkân, kaynak ve eşitliğe bütünüyle ters adaletsizlikler; Sandık güvenliği konusunda duyulan büyük kaygılar; Fuat Avni nam bir eşhas tarafından ısrarla yayılan 7 milyon oy’un çalınacağı söylentisi; YSK tarafından kullanılan “Elektronik Seçim Programı” SEÇSİS’e karşı duyulan derin şüphe, alabildiğine güvensizlik, korku-endişe ve kuşku; Haksızlığı vicdanları sızlatan ve 1983’e kadar hiç uygulanmamış, “millet iradesine karşı ipotek misali konulmuş” % 10’luk seçim barajı; Bunların tamamı vesayet, emanetçilik, sulta ve cunta icadı haksızlık. Hukuksuz, etik, saydam ve adil olmayan ahlâksız zorbalık, diretme ve dayatmalar.
Sözde “millet iradesini, devlet idaresine taşıyacağı” iddia olunan bu yarışın aktörleri, argümanları ve elemanları arasında millet iradesi yok. Adalet, hakkaniyet, eşitlik ve hukuk desen hak getire! Bu nedenle şimdilerde sıkça dile getirilen 21 Temmuz 1946 günlü 8. dönem parlamenter seçimi, bu melânet yüz karası, kalleşlik ve komedinin düzenbazlıkları, sahtekârlık ve alçaklıkları akıllara geliyor. İnsanlar birbirlerine: Neden? Öyleyse, siyasi partiler ve seçim kanunları bu güne kadar düzeltilmedi? diye, derin bir hayret, merak ve taaccüple soruyorlar…
İşte bu gerilim, güvensizlik, baskı, dayatma ve korkularla süren bir seçim sathı maili!..
Adalet mi bu? Hukuk bunun neresinde? Devleti vekâleten üstlenecek, “Hak ve halk adına” yürütecek olan “Millet iradesi” bu yaman çelişkiler içinde mi tecelli edecek. Büyük bir demokrasi, insan hakları, adalet ve hukuk ayıbı bu!.. Ya vaktiyle Demokrat Parti’nin yaptığı gibi, partilere kesinlikle hazineden para verilmemeli, siyasi şirket eğilimi önlenerek “parti içi demokrasi ve kitle partisi özelliği zorunlu kılınmalı” ve şimdilerde “hazine yardımı” namıyla yapılan bu hortumlama, olabildiğince objektif, adaletli ve “aidat veren, gerçek, sorumlu, aktif üye sayısına endeksli” hakkaniyetli ilkele, norm ve kriterlere bağlanmalıdır.
Bu insanlık dışı, adaletsiz ve haksız uygulama çok ayıp ve iğrenç. Dolayısıyla, haksız edinimlerle elde edilen oylar da helâl değil, haram, hayırsız, onursuz, umursuz; Kamu vicdanı yönünden şaibeli, meşruiyeti tartışmalı, haksız kazanılmış ve gerçekte geçersiz oylardır.
DEMOKRASİ BUNUN NERESİNDE?
Birileri, bütün beyan, ilân, bildiri ve çağrılarında durmadan Demokrasi, İnsan hakları, Hak, Adalet ve hukuktan bahsediyor. Oysa en başta yaptıkları seçim adil değil. Cumhuriyetin başı durum ve konumundaki zatın, seçimlere paralel biçimde ve muhtelif açılış bahaneleri ile meydanlara çıkması etik değil. Demokrat Parti zihniyetine göre “eşit şartlar, eşit imkânlar ve saydam kaynaklarla” yapılması halinde seçimlerde “millet iradesi” tecelli edebilir. Aksi halde bu sulta, cunta ve nihayet emanet, vesayet unsurlarının kirli oyunlarından ileri geçemez. Peki, gösterin bakalım. Şu seçim sathı mailinin neresinde adalet?, Neresinde insan hakları, hukuk, eşitlik, eşit şartlarda yarı ve demokrasi var?.
TABANA VURMUŞ SİYASET VE SEÇİM VAADLERİ
Geleneğe göre: Adalet timsali, devlet idaresinde millet iradesinin mutlak tecelli biçimi ve bütün usul ve uygulamaları ile fazilet olarak kabul edilen siyaset; Asla yolsuzluk, haksızlık ve kanunsuzlukla birlikte anılamayacak kadar yücedir. Amma lâkin, günümüzdeki çirkinliğin esas sebebi: 27 Mayıs 1960 darbesinden sonra siyaset kirlenmiş, kalite taban yapmış, Politik-ACI’lar en alt düzeylere inmiş ve adeta bir yalancılar ve talancılar mesleği haline getirilmiştir. Bu Türk milletine hakarettir. Ayıptır, utanç ve hicap vericidir. Siyaset derhal temizlenmelidir.
SEÇMEN ŞUNU BİLMELİ Kİ
Adeta bir açık artırımla, birbirleri ile kıyasıya yarışarak, taklitçilikle siyaset yapanlar; Propaganda araçlarından ses; Mesnetsiz iddialar ve bu saçma iddiaların yer aldığı broşürlerle bilgi ve çevre kirliliğine yol açan politikacıların “millet iradesi, devlet idaresi, dürüst siyaset ve demokrasi ile her hangi bir ilgileri alâkaları yok. Üstelik bunların % 99’u önseçim ile değil sulta, cunta, vesayet ve emanetçi ataması ile oralarda fink atıyor. Seçmen şunu bilmelidir: Bu seçimler kaderdir. Ülkemizin geleceğidir. Asıl olan: Bilgi, birikim, inanç, azim, irade, sağlam karakter sahibi; Namuslu, dürüst, onurlu, sorumlu, insan hakları adalet ve demokrasiye saygılı insanların seçilmesidir. Bu nevi insanlar ise ancak “helâl oylarla” seçilir.
ŞİMDİ OY’LARA VE SANDIKLARA SAHİP ÇIKMA ZAMANI
Son olarak tekrar etmekte yarar var. Bu seçimlerde özellikle muhalefet ve seçmenlerin çok büyük bir kesimi; Seçim sonrası oylarımız ve sandıklara bir şey olur mu?, endişesi içinde. Daha önceki seçimlerde bu tür iddiaların gerçekleşmiş olması ve bir şekilde seçim sonuçlarını etkilemesi seçmenlere ‘şimdi oylara ve sandıklara sahip çıkma zamanı’ dedirtiyor. Dahası her gün yapılan anketlere göre iktidar partisindeki oy erimesi iktidarı çıldırtıyor. Halkın korku ve endişesi “AK Parti kaybetmemek için her şeyi yapabilir. Geçmişte de oy hırsızlıkları olmuştu. Bu kez, herkesin daha dikkatli hareket etmesi gerekiyor” şeklinde. Bu nedenle ve haklı olarak: “Oyuna ve sandığa sahip çık” kampanyaları yapılıyor. Daha önceleri yapılan sahtekârlıklar ve oy hileleri bir, bir açıklanıyor, seçmen uyarılıyor ve aydınlatılıyor. Oy çalınmaması ve sandık güvenliği için “teknik yol ve yöntemler” hakkında bilinçlendirme çalışmaları yapılıyor.
NETİCEDE: Çağdaş, lâik ve demokratik bir hukuk devletinde seçimlere hile, desise ve şaibe bulaşması; Oy ve sandık çalınmasından, elektrik kesintisinden korkulması, çok utanç vericidir. Bundan iktidar partisi, hükümet ve YSK sorumludur. Bu rezilliğin, savunulacak bir yanı olamaz. Zira bunu Türkiye aşmış olmalıydı. Ayrıca: Seçim suçluları ile bu tiksinç, iğrenç ve insanlık düşmanı suçluları himaye edenler; Hukuk içinde hesap vermeye mecburdur. Aksi takdirde sadece “seçimlerin meşruiyeti" değil; Seçilenlerin de meşruiyeti yok hükmünde olur.
Mustafa Nevruz Sınacı