Televizyon ekranları, yine profesörlerle doluydu bu gece…
Birden öylesine isyan ettim öylesine söylenmeye başladım ki verdiğim tepkiye ben bile şaştım.
Ülkemde nadiren rastlanan gerçek bilim insanlarından değil de her nasılsa kaptıkları unvanlarla profesörcülük oynayanlardan söz ediyorum.
Hiçbirinden hoşlanmam, hem de zerre kadar.
Hiçbirinden hoşlanmam, hem de zerre kadar.
Meslekleriyle ilgili konuşsalar neyse. Sanki, profesör olunca dünyadaki her şeyi bilmek zorundalar. Aman aman aman! Hiç akıllarının ermediği açıkça anlaşılan konularda bile bitmez tükenmez bir gayretle ahkâm kesip duruyorlar. Ata, sallaya atacak şey bırakmadılar, ama onlar hâlâ sallamaktalar.
Bu bilim insanı mukallitlerini televizyonlara çıkarıp duran “Unvana ayarlı ekran çığırtkanları”ysa milleti bilmem ama beni bezdirdiler. Sanıyorlar ki, programlarında akademik unvanlı birileri olursa programlarının kalitesi tavana vurur; kendileri için de “Öf be, ne gazeteci ama…” denip alkış tutulur.
Oysa o unvan; bir meslek kolunda, hatta bazen bir meslek kolunun alt dallarından birinde uzmanlaşmış olmanın simgesinden başka bir şey değil. Nasıl ki herhangi bir meslekte şef yardımcısı, şef, müdür yardımcısı, müdür gibi kademeler varsa akademik işlerde de asistanlık, doçentlik, profesörlük, ordinaryüs profesörlük var. Biyolojinin ayrı, fiziğin ayrı, siyaset biliminin ayrı, tıbbın ayrı, ekonominin ayrı… Yani, çalışılan işlerde uzmanlaşmış olmanın ilanından başka bir şey değil onlar... Tek farkı, emekli olsalar bile unvanlarının başına emekli sözcüğünün konmaması…
DERSİMİZ FELSEFE İLE İKTİSAT
Lise döneminde, felsefe dersiyle tanıştığım ilk günlerde kafamda şu soru şekillenmişti:
- Sürekli olarak; “Aristo şunu, Sokrates bunu dedi; Spinoza onu söylüyor, Kant’sa böyle demiş!” diye okuyoruz da neden biz Türklere ait felsefi bir sistemi konuşmuyoruz?
Üniversite yıllarında, bu kez; “Adam Smith, David Ricardo, Keynes, Karl Marks ve benzerleri” çıktı karşıma… Bir dolu profesör adı öğrendik. İçlerinde yine bizden biri yoktu.
Sonunda dayanamayıp, derslerimize giren profesörlerden birine sordum: “Neden; herhangi bir kuramcımızın, örneğin sizin adınızla ortaya konmuş bir sistemi okumuyoruz? Neden sürekli olarak Smith, Ricardo deyip duruyoruz?”
Sanırım, sorumun altında yatan merakı anlayıp, verecek cevap da bulamadığından, kızmakla gülümsemek arası kararsız bir yüz ifadesiyle yürüyüp gitmişti. Çünkü sorum; “Neden sizlere ait bir kuram yok”un kibarcasıydı.
Onun vermediği ya da vermek istemediği cevap bence şöyle olmalıydı:
- Onlar, kendi akılcı sistemlerini kurup bir ekol oluşturmuşlar. Sistemleri gerçek bilim çevrelerince kabul görmüş. Bunun sonucunda da ekollerine uygun öğrenciler yetiştirmişler. İşte o yüzden, yüzyıllar sonra bile “Aristo Okulu, Sokrates Okulu” denen kurumlarla karşılaşıyoruz. Bizlerse hazır lopçuyuz. Onlardan öğrendiklerimizi kopyalayıp bir yerlere yazıyor, sonra da bunun adına ders kitabı, kitap diyor; öğrencilerimizi de aynı sistemle yetiştiriyoruz.
Amacım, okulu bitirdikten sonra akademik kariyer yapmaktı.
İyi mi yaptım kötü mü yaptım bilmiyorum ama o günden sonra bu düşünceden vazgeçtim. Soğumuştum.
AKADEMİK UNVAN ADAM OLMAK İÇİN YETER Mİ?
Yıllar içindeyse şunu öğrendim. Eğer biri, mezun olduğu okulda akademik kariyer yapmaya kalkıyorsa hayata atılmaktan korkan, kurulmuş bir çarkın içinde kaybolmaya hazır biridir.
Hani akademik unvanlı birinden söz ederken “Koskoca profesör!” falan derler ya, bu tür unvanlar bende tam tersi duygular uyandırıyor.
“Ne yazmış, ekolü var mıymış, tırtıkçı mıymış?” diye şüpheyle bakıyorum onlara…
Yani hiçbir akademik unvan, özel bir saygı yaratmıyor bende...
“Ne yazmış, ekolü var mıymış, tırtıkçı mıymış?” diye şüpheyle bakıyorum onlara…
Yani hiçbir akademik unvan, özel bir saygı yaratmıyor bende...
İKBAL AVCILARI
A Ka Pe iktidarının ilk on bir buçuk yıllık döneminde, akademik unvanlı kişilerin toplumu nasıl aldattığını hep birlikte gördük. İkbal uğruna her türlü yalanı söylediler. Yetmedi, aklı herkesten farklı çalışan bir egemenin ardına takıldılar.
Hepsi bir anda bulutların üstünde dolaşır olmuştu. Hemen her olayda, gazete ve televizyonlar onların görüşlerine başvuruyor, onlar da vıcık vıcık yağ damlatan dilleriyle insanları yanılgılara sürükleyecek yorumlar yapıyorlardı.
Egemenin rüzgârı ne tarafa doğru eserse onların yorumları da o yöneydi.
Hepsi bir anda bulutların üstünde dolaşır olmuştu. Hemen her olayda, gazete ve televizyonlar onların görüşlerine başvuruyor, onlar da vıcık vıcık yağ damlatan dilleriyle insanları yanılgılara sürükleyecek yorumlar yapıyorlardı.
Egemenin rüzgârı ne tarafa doğru eserse onların yorumları da o yöneydi.
Sonunda, dalkavukluğuna soyundukları egemen bıkıverdi hepsinden. Toplumun önünde azarlamaya başladı bunları... Bizimkilerin “liberal denen takımı” şaştı bu işe… “Kem küm, hık mık!” ettiler, hatta “kazı yanmasın diye ters çevirdiler” ama azarların ardı arkası kesilmiyordu. Çareyi yeni bir safta yer tutmakta buldular. Liberal olmayıp mineral olmayı kabullenenlerse bu hakaretlere büyük bir aşkla katlandılar.
Bunların hepsinin; bırakın ailelerinin yüzüne, aynaya bile nasıl baktıklarına şaşarım hâlâ... Onlarsa çok bilen saygın adam rolünü ısrarla sürdürüyorlar.
HIZLA YÜKSELEN ADAM: DAVUTOĞLU
Tam bunlardan kurtulduk diyorduk ki, bu kez bir başka profesörün yıldızı parlamaya başladı. Anlaşılan kurtulamayacaktık bunlardan.
Önce başbakan danışmanı yaptılar. Müthiş bir adamdı. Komşu ülkelerle tüm sorunlarımızı sıfırlıyor, bizi Orta Doğu’yla kucaklaştırıyor; onun katkılarıyla Türkiye dünyanın en saygın ülkelerinden biri, Başbakan’ımızsa dünya lideri oluyordu.
Roket hızıyla Dış İşleri Bakanı yapıldı.
Önce başbakan danışmanı yaptılar. Müthiş bir adamdı. Komşu ülkelerle tüm sorunlarımızı sıfırlıyor, bizi Orta Doğu’yla kucaklaştırıyor; onun katkılarıyla Türkiye dünyanın en saygın ülkelerinden biri, Başbakan’ımızsa dünya lideri oluyordu.
Roket hızıyla Dış İşleri Bakanı yapıldı.
“Stratejik Derinlik” adlı bir kitap yazmıştı. Ben içeriğine vâkıf olamadım ama anlatan yandaşlara göre o kitapta her şey vardı. İlmihâl (!) gibiydi mübarek. Her yapılan işlem dönüp dolaşıp o kitaba dayandırılıyordu. İşte bu stratejik derinlik döneminde gerçekten de sıfırlık bir olay yaşandı. Hem komşular hem de diğer Orta Doğu ülkeleri tarafından güvenilmez bir ülke mertebesine taşınarak sıfırlandık. Yetmedi, birçok ülke tarafından aşağılandık, sorunlara gark olduk.
Beyimize ne gam! O, agasını mutlu ediyor; ne dediyse aynısını tekrarlıyor, ona söylenen her karşı sözün önüne atlıyordu ya, bu ona yeterdi. Yetti de… Agası başkanlık hayaliyle Cumhurbaşkanı olurken onu da eliyle başbakan yaptı.
BAŞAKAKAN II
Başbakanlığının üzerinden fazla bir zaman geçmeden seçimler gelip çattı. Çatmaz olaydı. Türkiye’ye dışarıdan bakanlar için komik, Türkiye’de yaşayanlar içinse trajikomik bir kampanyaya girişti. Ne bir dediği ötekini tutuyor ne de doğru konuşuyordu. Yapmadıklarını yapmış gibi gösterip insanların başına kakıyor, partisinin yaptığı kötülükleriyse başkaları yapmış gibi sağa sola gönderiyor; üstelik tarihi de çarpıtıyordu. "Agası"nın tıpkısının aynısıydı.
Yalan, iftira, bölücülük, hakaret ve kışkırtma!
Yalan, iftira, bölücülük, hakaret ve kışkırtma!
Tüm seçim politikasının özeti buydu.
Başbakandı, sekiz kitabın sahibiydi ve “koskoca (!) profesör”dü. Öyleydi de birçok ekran profesörü gibi Türkçede Ha ve Ka diye telaffuz edilen harflerin olmadığını bilmiyor, “agası” gibi Ce Ha Pe, Me Ha Pe, Ha De Pe deyip duruyordu. Hadi “agası” bilmeyebilir. Çünkü o sıradan bir vatandaş. Oysa kendisi koskoca (!) profesör.
Üniversitelerin senatoları, profesör unvanı verdikleri insanların Türkçesiyle hiç mi ilgilenmezler? Onların bu Türkçeyle nasıl öğrenci yetiştireceklerini hiç mi düşünmezler?
"Padişah denen basit bir ademoğlunun tek bir emriyle milyonlarca ademoğlunun ölüme gönderildiği" eskisi yetmemiş gibi, adamımız; “Yeni Osmanlıcılık” denen bir garabetin peşinde... Padişah mı olacak yoksa vezir mi? Yine vezir olmak isterse yandı! Osmanlının kaç veziri görevini huzur içinde, korkmadan yapabilmiş; kaçı idam edilmeden tamamlayabilmiş, bilmez mi ki?
İnsanımızın, "kula kul olma, kula kulluk etme" aşkı nerden geliyor acaba?
Coğrafyamızın havası mı yoksa suyu mu yiyor aklı?
Olabildiğince özgür yaşamak varken, bu mazoşist heves niye?
İnsanımızın, "kula kul olma, kula kulluk etme" aşkı nerden geliyor acaba?
Coğrafyamızın havası mı yoksa suyu mu yiyor aklı?
Olabildiğince özgür yaşamak varken, bu mazoşist heves niye?
Kendisinin, 24 Nisan 2014’te, “Ermeni tehciri acımasızcadır” yazan bir bildiriyi yazıp, Recep Tayyip Erdoğan ile birlikte imzalayarak, tam dokuz dilde yayınlattığını öğrenince “Yeter artık!” isyanıyla hangi okulda yetiştiğini ve akademik eğitim aldığını merak ettim. Boğaziçi Üniversitesi’nden mezun olduğunu; doktorasını burada, yardımcı doçentliğini Malezya Üniversitesi’nde yaptığını, ardından profesör olduğunu öğrendim.
Ben anlayacağımı anladım.
Tüm bunların ne demek olduğunu varın siz de anlayın.
Tüm bunların ne demek olduğunu varın siz de anlayın.
E, NE OLMUŞ?
Gördüğünüz gibi; akademik unvan sahibi olmak, adam olmakla eşdeğer değil. Hani bir şiir vardı. Altından bir şey giydirilmiş bir varlık vardı da üzerine giydirilen o şey, onun türünü değiştirmiyordu.
Tıpkı öyle bir şey.
Tıpkı öyle bir şey.
Profesör olmak, insanı; terbiyeli, nazik, efendi yapmıyor.
Bilgin de yapmıyor, hatta anadilini düzgün konuşmasını bile sağlayamıyor.
O yüzden gözünüzde fazla büyütmeyin.
Asalet unvanı yerine de geçmiyor.
Günay Tulun