1947'de, kalkıp Vize'den göçmüş ve gelip İstanbul'a yerleşmiş bir aileydik. Aslen çiftçi olan babamız, Vize'den tamamen kopmadan İstanbul'da bir arazi kiralamıştı. Burası, Eyüp'ün Rami semti dışındaki Köşkler denilen yerde, benzerlerini Amerikan filmlerinde
göreceğimiz eski bir malikaneydi. Rami'deki okula da epey bir uzaktı. Şu var ki, sahiplerince terk edilip kimi kâhyaya, kimi kiraya verilmiş bu malikâneler yirmiden fazla ve kendi aralarında bir koloniydiler. (Köşkleri, vaktiyle II. Abdülhamit'in devlet ricali yaptırmışlarmış.) Dolayısıyla orada yalnız olmayıp bazı komşulara sahiptik. Oturduğumuzdan başka üç katlı ikinci bir köşk daha vardı! Bunu ayrıca üç aileye kiralıyorduk! Bu kadar komşu ve üç kiracıdan kaç çocuk toplanıyor idiysek, okula hep birlikte gider dönerdik. Yolun yarısını yürür, eğer rastlarsak diğer yarısında otobüse binerdik. Zamanın İstanbul'u da karı ve buzuyla öyle soğuk yapardı ki, okul yolunda eller ayaklar donar, çeneler kilitlenirdi! Çiftçiliği artık Vize'de bırakacak babamız, Eyüp'ün merkezine taşınmayı uygun görmüştü. Burası hem deniz seviyesinde, hem de Haliç tepeleri kuytusunda olmasına rağmen, havasının Rami'den pek bir farkını görememiştik. Ev ve okul arasında gene de üşüyor, donuyor ve kilitleniyorduk! Eve veya okula vardığımızda, ellerle çenemizi sobanın üstüne tutar, diğer yandan da tepinerek ısınıp çözünmeye çalışırdık! Her gün değilse bile, kış içinde sık sık böyle donardık. Vize veya İstanbul fark etmiyordu; hava işte bu derecede soğuktu.
Ellili yılların birindeydi. Babamız Vize'deki bir üreticinin sebzesini bahçeden ve toptan almıştı. Bunu gene toptan İstanbul'a pazarlayacaktı; tabii ki bir kazanç bekliyordu. Ağustos ortalarında hava serinlemeye başladı. Eylülün sonunda bir soğuk yaptı ki, sebzeler buz kesmiştiler! Bırakalım sebzeleri ve kazancı, ana para bile donmuştu!
Eski kışları anlatırken gayriihtiyari o günlere döndük, biraz ayrıntıyla konuyu kendimize özelleştirdik. Uzun lafın kısası, eskiden kışlar yaman kışlardı doğrusu. O eski kışlar üzerine daha nice anı, olay ve öykü anlatılabilecektir. Güzeldirler veya değildirler fakat gerçektirler! İklim galiba yetmişe doğru değişmeye başladı. Sert soğuklar arada gene görüldüyse de hem kış mevsimi gerileyip kısaldı, hem de kar yağışı gitgide azaldı. Şimdi, yılbaşında bu yazıyı hazırlarken, bahçemize baktığımızda evimizin kuzey yanında bile, çiçeklenmiş veya tomurcukta güller görüyoruz.
İklim eskiye göre çok değişti; yazlar daha da ısındı ve uzadı. Son birkaç yıldır da iyice dayanılmaz bir hâl aldı. Bilim adamları, “Ozon diyor, sera etkisi...” diyorlar. Havalar bu yüzden ısınıyor, iklimler bu yüzden karışıyormuş. Beklenmedik fırtınalar, yağmurlar; aşırı soğuk, kar, sıcak, kurak vb. Bunların hepsi, yaşı milyarlarla ifade edilen dünyamızın üstüne çöktüler. Arada bir felaket haberleri alıyoruz. 2000'de yaşadığımız yazın öldürücü sıcaklarından sonra, gelecek kışın ne olacağını düşünürken, bir açıklama yayımlanmıştı. Kaynak, Amerika'nın ünlü bilim ve yüksek teknoloji merkezi NASA'ydı. Genel olarak iklimler ve özel olarak bu kış için tahminler açıklanıyordu. Açıklama, öyle bilmem kimin değil, koskoca NASA'nındı! NASA Aya gidiyor, Mars’a gidiyordu! Buna “NASA uzayda cirit atıyor.” desek en uygunu olacaktır! İşte bu NASA'nın hava tahmini, şimdi yaşadığımız kışın geçtiğimiz yaz kadar şiddetli olacağını bildiriyordu. Buna karşı kayıtsız kalamazdık; inandık ve hayli kaygılandık. Demek ki, kötü bir kış yaşayacaktık. Eyvah ki eyvah!
Hayat, bir bakıma tecrübeler manzumesidir. Tecrübe için kısaca; "Yaşadığımız sürede, bilerek veya bilmeyerek, isteyerek veya istemeyerek başımızdan geçenlerden çıkarılan sonuç ve buradan kazanılan bilgilerdir." diyebiliriz. Tecrübeler, kişiler için olduğu kadar toplumlar için de geçerlidir. Bir de yüzyılların süzgecinden geçip gelerek, nesilden nesile miras kalan birikimleri hatırlayalım. Günlük hayatımızda kendi tecrübelerimiz yanında, hâliyle ve bazen bunlardan da yararlanırız. Esasen aklın yolu birdir ve budur. İnsanlık geçmişin tecrübelerinden yararlanmış olmasaydı, şimdi ulaştığımız noktadan çoook gerilerde kalmış bulunmaz mıydık? Bu kadar araç gereç, bunların sağladığı rahat ve konfor... Acaba bunlara ulaşabilir miydik?
Atasözleri ve söylenceler gibi, konuları kesin bir dille ifade eden halk yargılarımız vardır. Bunlar, yüzyılların tecrübe ve birikimlerinin ürünleridirler. Kimi birbirleriyle çelişirlerse de bir çoğu gerçekten hikmet ve kerametle doludurlar. Bunlardan, havaya ilişkin bir kaç örnek sayalım. Söz dizimi ağızdan ağıza değişebilir, asıl olan anlamdır: “Dutlar giyinmeden insanlar soyunmaz. Gün batımı ufuk kızarırsa, ertesi gün hava açacaktır. Kargalar güneye uçarlarsa hava soğuyacak, aksi yöndeyse ısınacaktır. Lodos yağış getirir. Sis, güzel havaya işarettir. Sıcak bir yazın arkası soğuk bir kış demektir.” Benzer yargılardan ikisi de ayvalara dairdirler. Şöyle ki: Ayvalar çiçek açınca yaz gelmiştir. Ayvalar bol olursa, o yıl kış çetin geçecektir. Şimdi biz, bu yıl verebilecekleri ancak bir sepet meyveyle kışın ılıman geçeceğini gösteren ayvaların üstünde durmak istiyoruz! Koch, Röntgen, Edison, Einstein, Lavoisier, Pascal, Markoni, Toricelli, Faraday, Newton, Kopernik, Kepler ve daha nicesi... Matematik, fizik, kimya, biyoloji, tıp, astronomi ve diğerleri... Bilim... Bunun inkârı ne mümkün ve ne de haddimize. Ama NASA çetin bir kış söylerken, ayvalar aksini gösteriyor!.. Şu da bir gerçektir ki, mevsimin ilk yarısında ayvalar haklı çıktılar! Şimdi kışın sonunu bekleyelim.
Bakalım hangisi haklı: NASA mı, ayvalar mı?
Mete Esin