“Hayır, ne kır faresi olmak isteriz ne de kiler faresi. Adam gibi adam olmak varken durduk yerde neden fare olalım ki” dediğinizi duyar gibiyim. Elbette öyledir; adam gibi adam olmak varken insan neden durduk yerde fare olsun ki? Biz de zaten sözün gelişi sorduk başlıktaki soruyu…
Meşhur fıkradır; kiler faresi ile kır faresi arkadaş olmuşlar ve bu arkadaşlıklarını pekiştirmek için de karşılıklı olarak birbirlerine misafir olmaya karar vermişler. Önce kiler faresi kır faresine misafir olmuş. Birlikte o dağ senin, bu tepe benim gezip dolaşmışlar. Susadıklarında buz gibi derelerden su içmişler, acıktıklarında otla, çöple ve bitki tohumlarıyla karınlarını doyurmuşlar. Bir iki derken epeyce uzamış bu misafirlik. Kiler faresi iyiden iyiye zayıflamakta olduğunu fark etmiş ve daha fazla dayanamayacağına kanaat getirerek kilere dönmeye karar vermiş. Ve arkadaşı olan kır
faresine birlikte dönmeyi teklif etmiş. Yapmış olduğu teklifi kabul ettirmek için de ballandıra ballandıra kilerdeki yiyecek ve içeceklerin durumunu anlatmış:
-“Ya arkadaş, senin hayatın oldukça zor bir hayat. Yiyecek içecek bulman bir hayli güç. Hele hele kış aylarında senin hâlin hepten haraptır. Oysa ben, çok konforlu bir hayat sürüyorum. Kilerde yediğim önümde yemediğim arkamda. Peynirler, ekmekler, türlü türlü nevaleler. İstersen gel sen de benim misafirim ol. Gör bakalım bir daha kırlara dönmek isteyecek misin?
faresine birlikte dönmeyi teklif etmiş. Yapmış olduğu teklifi kabul ettirmek için de ballandıra ballandıra kilerdeki yiyecek ve içeceklerin durumunu anlatmış:
-“Ya arkadaş, senin hayatın oldukça zor bir hayat. Yiyecek içecek bulman bir hayli güç. Hele hele kış aylarında senin hâlin hepten haraptır. Oysa ben, çok konforlu bir hayat sürüyorum. Kilerde yediğim önümde yemediğim arkamda. Peynirler, ekmekler, türlü türlü nevaleler. İstersen gel sen de benim misafirim ol. Gör bakalım bir daha kırlara dönmek isteyecek misin?
Sonunda kır faresini razı etmiş ve ikisi birlikte kasabaya doğru yönelip kiler faresinin yuvalandığı evin kilerine dalmışlar. O da nesi, her taraf lebalep yiyecek dolu. Başlamışlar ondan bundan tırtıklamaya. Tam o sırada bir tıkırtı olmuş ve kiler faresi arkadaşına seslenmiş;
- “Çabuk saklan, evin hanımı geldi. Görürse süpürgenin sapıyla bizi öldürür.”
Hemen kaçıp bir deliğe girmişler. Bir müddet sonra sesler kesilince delikten çıkıp yine yiyeceklere yumulmuşlar. Ancak bir süre sonra kilerin kapısı yine açılmış. Kiler faresi yine seslenmiş kır faresine;
- “Çabuk saklan, bu kez evin kedisi geldi. Yakalanırsak bizi parçalar!”
Koşup yine deliğe saklanmışlar. Bu saklanma işi defalarca tekrarlanmış. Kilerin kapısının her açılışında iki fare kan ter içinde soluğu delikte almışlar. Bu hayat, kır faresine gayet zor gelmiş ve tekrar kırlara dönmeye karar vermiş. Dönerken de arkadaşı kiler faresine;
-“Ya arkadaş senin hayatın benimkinden çok daha zor. Ben belki kırlarda yarı aç yarı tok yaşıyorum ama hiç olmazsa özgürlüğüm elimde. Kırlarda özgürce dolaşıyorum. Yine de her şey için teşekkürler. Hadi bana eyvallah.” demiş ve kırların yolunu tutmuş…
Geçenlerde, yönetmiş olduğu internet sitesinde kuruluşundan beri sürekli yazı yazdığım bir dostum e-posta atarak yazı yazmayı geciktirdiğimi söyleyince her nedense yukarıdaki meşhur fıkra geldi aklıma. Düşündüm, sanki ben de biraz kiler faresi olmuştum!
Kendisine e-posta ile şu cevabı verdim:
“Ağabey, yeni bir işe başladım. Galiba bundan sonra rahat yazı yazamayacağım. Yazarsam da çiçek-böcek konulu yazılar yazabilirim. Çünkü yaptığım iş böyle gerektiriyor” dedim.
Dostum şu cevabı verdi;
-“Olsun, biz senin o tür yazılarını da okuruz. Sen yeter ki yaz!”
Bu yazı, işte o türlü bir yazıdır dostlarım. Benim gibi üslubu oldukça sert bir adama bu türlü light yazılar yazmak her ne kadar yakışmasa da bundan sonra böyle. Çünkü yaptığım iş, beni buna mecbur kılmaktadır. “Peki, bu durum ne kadar devam eder?” derseniz, vallahi onu ben de bilmiyorum. Şimdilik yeni işime alışmaya çalışıyorum, o kadar.
Berat Kandili
Bilindiği gibi geçtiğimiz 28 Haziran günü kutsal Miraç Kandili idi. Miraç gecesinde Hz. Peygamber, göklere yükselerek bir anlamda Yüce Allah’a misafir olmuş ve O’nunla vasıtasız olarak muhatap olmuştur. 15 Temmuz günü ise kutsal Berat Kandili’dir. Bir hadise göre; bu gece Cenabı Allah, dünya semasında tecelli ederek biz kullarının her türlü isteğini karşılayacağını ve yapacağımız her türlü duayı kabul edeceğini taahhüt etmiştir. Anlaşılacağı gibi; Miraç Gecesi’nde kulun Allah’ına yükselmesi, Berat Gecesi’nde ise tam tersine Allah’ın kullarının bulunduğu gezegene yaklaşması söz konusudur.
Elbette biz Müslümanların inancına göre; Allah, zamandan ve mekândan münezzehtir ve O’na belirli bir mekân izafe edilemez. O, her yerde hazır ve nazırdır. Ancak hadis ravileri, Hz. Peygamber’den böyle bir hadis rivayet etmişlerdir. Yani Hz. Peygamber’in, “Allah, Berat Gecesi dünya semasında tecelli eder ve tan yeri ağarıncaya kadar kullarının isteklerini kabul eder…” dediğini söylemişlerdir.
Allah, zamandan ve mekândan münezzeh olduğuna ve kullarının taleplerini her yerden duyabildiğine ve kullarının içinden geçenleri bile anlayabildiğine göre neden dünya semasında tecelli etme ihtiyacı duysun? Bu soruya verilecek en makul cevap bence, Allah’ın, sevgili peygamberinin sadece 17-18 gün önce Miraç Gecesi kendisine yapmış olduğu ziyarete karşılık Berat Gecesi’nde hiç olmazsa dünya semasında tecelli ederek mukabelede bulunmak istemesidir. Bu düşünce, elbette, tamamen Hz. Peygamber’e izafe edilen bahse konu hadisin sahih olup olmadığıyla alakalı bir düşüncedir. Hadis sahihse ne âlâ, yok eğer sahih değilse, günah bizim değil, söz konusu hadisi rivayet edenlerin günahıdır.
Bu vesileyle, bütün dostlarımın, arkadaşlarımın, okurlarımın, milletimin ve bütün inananların mübarek Berat Kandili’ni tebrik eder, Berat Gecesi'nin, günahlarımızdan ve hatalarımızdan arınıp, beratımızı elimize alışımıza vesile olmasını dilerim.
*
Selam ve saygılarımla.
*Ömer Sağlam