Başbakan Erdoğan’ın heykel hakkındaki yorumu ile tartışma konusu yapılarak yargıya taşınan içki düzenlemesinin perde arkasında iktidar partisinin İslami hassasiyetlerinin olduğu su götürmezdir. Resmî açılış veya temel atma törenlerinde önünde duran kurdeleyi kesmek için makası her eline aldığında “Ya Allah, Bismillah” çeken bir Başbakan’ın, bu tür hassasiyetlerinin olmadığını düşünmek kabil değildir. Üstelik Başbakan’ın, şarap içmek yerine pekmez içilmesine ve üzüm yenilmesine ilişkin sözleri ile “Tıksırıncaya kadar içiyorlar!”şeklindeki özdeyişleri ortada iken...
Dikkat ediniz, Başbakan bu tür törenlerde “Bismillahirrahmanirrahim” demiyor, ısrarla “Ya Allah, Bismillah!” diyor. Bu söylem, Başbakan’ın “Akıncılık” günlerinden kalmış olmalıdır. Çünkü 1970’li yıllarda Akıncıların en meşhur sloganlarından birisi “Ya Allah, Bismillah, Allah’u Ekber!” idi. Demek ki Başbakan, söz konusu sloganı bir miktar kısaltarak hâlâ söylemeye devam ediyor.
Dikkat ediniz, Başbakan bu tür törenlerde “Bismillahirrahmanirrahim” demiyor, ısrarla “Ya Allah, Bismillah!” diyor. Bu söylem, Başbakan’ın “Akıncılık” günlerinden kalmış olmalıdır. Çünkü 1970’li yıllarda Akıncıların en meşhur sloganlarından birisi “Ya Allah, Bismillah, Allah’u Ekber!” idi. Demek ki Başbakan, söz konusu sloganı bir miktar kısaltarak hâlâ söylemeye devam ediyor.
Başbakan her nedense “Bismillahirrahmanirrahim” gibi daha ağırbaşlı, daha kabule şayan ve özellikle sıradan insanlar tarafından bir ibadet huşu içinde söylenen bir tabir yerine, oldukça militarize edilmiş ve belki de Osmanlı devrinde taarruza geçmek üzere olan askerlerin söylediği şekilde içine olabildiğince saldırgan bir ruh katılmış, “Ya Allah, Bismillah” tabirini kullanıyor. Oysa böyle bir söylem, halk ağzında ve en azından İslam’ın hiçbir ibadetinde kullanılmaz ve söylenmez. İçine kan karışan bir ibadet olan Kurban ibadetinde bile kurban kesilirken “Ya Allah, Bismillah!” değil, “Bismillah-i Allah’u Ekber” denilir.
Başbakan'a sorarsanız, o, özellikle içki hakkındaki düzenlemenin, Anayasa'nın gençliğin zararlı alışkanlıklardan korunması hakkında Hükûmete yüklediği görev çerçevesinde yapıldığını, dolayısıyla Hükûmetin söz konusu düzenleme ile anayasal görevini yerine getirdiğini söylemektedir. Böyle olunca, düzenleme karşıtlarının söyleyecekleri fazla bir şey de kalmıyor. Aksi takdirde; dinen haram, sağlık açısından zararlı olduğu kabul edilen içkiyi savunuyor pozisyonuna düşme tehlikesi bulunmaktadır. Özetle bu konu oldukça netameli bir konudur. Ancak, söz konusu düzenlemeye karşı çıkanların, temel hareket noktalarından birisinin de temel insan hakları ve özgürlükler olduğu, ayrıca bu hususta haklı oldukları da kabul edilmelidir.
Yine zorlama ve yasaklayıcı tedbirlerle içki içilmesinin önüne geçilemeyeceği de bir gerçektir. Bunun en güzel göstergesi, Türkiye’nin sahil kesimlerine tatile gelen İranlıların durumudur. Uçağa biner binmez çarşaflarını ve peçelerini bir tarafa fırlatarak batılı kadınlara taş çıkartırcasına giyinen İran kadınlarının ve elbette erkeklerinin, soluğu derhal barlarda, meyhanelerde ve diskoteklerde aldıkları ve Başbakan'ın tabiriyle "Tıksırıncaya kadar içtikleri" bilinmektedir. Öte yandan Türkiye üzerinden Avrupa’ya giden uyuşturucu maddelerin çıkış noktasının da bugün şeriatla yani yasakçı bir zihniyetle idare edilen Pakistan, Afganistan ve İran olduğu unutulmamalıdır.
***
Sayın Başbakan’a geçtiğimiz 2010 yılı içinde Suudi Arabistan Krallığı tarafından “İslam’a Hizmet Ödülü” verildiği, geçtiğimiz günlerde de Katar Emirliği tarafından “Üstün Müslüman Şahsiyet” ödülü verildiği bilinmektedir. Bu tür ödüllerin veriliş sebebi, herhâlde Sayın Başbakan’ın yurtiçi ve yurtdışı politikalarında takınmış olduğu İslami tavır ve bürünmüş olduğu İslami kimliktir. Öte yandan Başbakan’ın, Arap Birliği ve Afrika Zirvesi gibi uluslar arası oluşumlara göstermiş olduğu yakınlık da bu konuda son derece etkili olmuştur. Özellikle 2009 yılında İsrail’in gerçekleştirdiği Gazze saldırısından sonra Başbakan’ın ve Hükûmetin İsrail’e karşı takınmış olduğu siyasi tavır da Arap ülkelerini oldukça keyiflendirmiş bulunuyor. Onun için de Başbakan’a ödül üstüne ödül vererek adeta gaz vermeye çalışıyorlar. Oysa Katar gibi, Kuveyt gibi, Umman gibi, Bahreyn gibi Osmanlı’nın eski ilçeleri, nahiyeleri ve hatta karyeleri üzerinde kurulan devlet(cik)lerden ödül alsanız ne olur, almasanız ne olur. Hatta bu ödülleri almasanız çok daha iyi olur.
Arap ülkelerinin, Sayın Başbakan’a ödül üstüne ödül vermelerinin en önemli sebeplerinden birisi de AKP Hükûmeti sayesinde, onların “Kemalist Rejim” diye nitelendirdikleri Türkiye Cumhuriyeti’nin mevcut siyasi rejiminde açılan gedikler ve meydana gelen aşınmalardır. Üst üste yapılan yasal düzenlemelerle Türkiye’nin laik, demokratik, hukuk yapısında meydana gelen her aşınma ve açılan her gedik, bağnaz Arap rejimleri tarafından adeta sevinç çığlıkları ile karşılanmaktadır. Arap medyasının, bugünlerde Tunus’un laik temel ilkelerini korumakla görevli Tunus Ordusu’nu “Atatürk projesinin bekçisi” olarak nitelediği Türk Silahlı Kuvvetleri üzerinden tenkit etmesi işte bu yüzdendir. (*)
AKP Hükûmeti'nin, AB’den beklediği yakınlığı bulamaması üzerine bazı alternatif ittifaklar araması ve bu çerçevede Türkiye’yi en azından Orta Doğu’da bölgesel bir güç yapmaya çalışması, anlaşılabilir ve kabul edilebilir bir durum olsa da bu çalışmaların sadece İsrail karşıtlığı üzerine kurulması ve bu konuda sadece Arap ülkelerine bel bağlanması son derece yanlıştır. Zira günümüz Arap ülkelerinin hiçbirisi, anladığımız manada tam bağımsız ülkeler değildir ve bu ülkelerin Türkiye’ye vermiş oldukları desteği her zaman çekme ihtimali vardır. Bu ülkelerin Türkiye’ye verdikleri destek, aslında tamamen Tayyip Erdoğan’ın izlemiş olduğu siyasete bağlıdır. Böyle olunca verilen destek, Türk Devleti’ne değil, mevcut hükûmetedir. Oysa Türkiye, demokratik ve özgür bir ülkedir ve Arap ülkeleri gibi belli hanedanlıklara mahkûm ve AKP’ye de mecbur değildir. Dolayısıyla Türkiye’nin, Arap ülkeleriyle bugün kurulan iyi ilişkilere güvenerek, bütün enerjisini Orta Doğu ve İslam ülkelerine teksif etmemesi ve çok taraflı dış politikaya önem vermesi şarttır.
Bu zaviyeden bakılınca; Türkiye’nin Lübnan’daki hükûmet krizine bu kadar bulaşması ve krizin çözümü için de olsa Ahmet Davutoğlu’nun ABD ve İsrail tarafından terörist ilan edilen ve tıpkı Usame Bin Ladin gibi öldürülme korkusuyla saklanarak yaşamak zorunda kalan Hizbullah Lideri Hasan Nasrallah ile görüşmeler yapması son derece yanlıştır. Katar Dışişleri Bakanı Cabir El-Tani’nin bir mağarada yaşayan Hasan Nasrallah ile görüşmesi normaldir. Sonuçta o, bir çadır devletinin bakanıdır. Ancak Davutoğlu öyle mi? O, binlerce yıllık devlet geleneği ve ciddiyeti bulunan bir milletin bakanıdır. Eğer “Üstün Müslüman Şahsiyet Ödülü” bu tür şeyleri yapmayı gerektiriyor ise bırakın bu ödülü almayın efendim. Birilerinin orta çıkıp, Lübnan’daki Hizbullah legal bir siyasi partidir, onun için de bu örgütün lideriyle görüşmek normaldir demesinin hiçbir anlamı yoktur. Legal bir partinin lideri ortalıkta, ulusal ve uluslararası kamuoyunun önünde olur. Oysa Nasrallah “Şu anda nerede olduğumu ben bile bilmiyorum”(**) diyen bir adam. Böyle bir insanın söyledikleriyle ve yaptıklarıyla hiç amel edilir mi? Üstelik de dış politikada?
Türkiye’nin yılladır savunduğu bir tez vardır. Türkiye, yıllardır, terör örgütü PKK’nın arkasında yabancı güçler olduğunu söyler durur. Bu güçlerin kimler olduğu açıkça söylenmez ama bu güçlerin kimler olduğunu bu ülkenin sıradan insanları bile bilir. Bu ülkeler dün İran, Irak, Suriye ve Yunanistan iken, bugün ABD ve İsrail başta olmak üzere birçok dünya (özellikle Avrupa) ülkesidir. Hatta Irak ve Mesut Barzani’nin korsan devletidir.
Ancak bu konuda en büyük kusur bize aittir. Bir taraftan “Bazı devletler PKK’ya destek verdiği için terör bir türlü bitirilemiyor.” diye mızmızlanıyoruz, diğer taraftan hem de en büyük dostumuz ve müttefikimiz olan ABD’nin “Terörist” ilan ettiği Hasan Nasrallah ve Halit Meşal gibi adamlarla bazen açık, ancak çoğu kere gizli görüşmeler yapıyoruz. Oysa bize ne Lübnan’daki hükûmet krizinden? Daha doğrusu işin içine bu kadar girmeye ne gerek vardır? Tabii maksat Türk Telekom’un sahibi Saad Hariri’ye koltuk çıkmak ve bazı ticari ilişkilerin bozulmasını önlemek ise bakın orasını bilemem. Ancak bana göre Davutoğlu’nun, Hizbullah lideri Nasrallah ile görüşmesi kesinlikle yanlıştır ve tıpkı HAMAS lideri Halit Meşal’in ziyaretinde olduğu gibi Türkiye’nin başını ağrıtacaktır.
Başbakan’ın “Ya Allah, Bismillah!” söylemi hadi neyse.
Ancak “Nasrallah” söylemi başımızı çok ağrıtacağa benziyor. Çünkü “Nasrallah”, kelimesi sadece “Ya Allah, Bismillah” kelimeleriyle kafiyeli bir kelime değildir. Onun için de hesap kitap yapılmadan kolayca telaffuz edilmemelidir.
Ömer Sağlam
_______________
* Milliyet: “Tunus Ordusu TSK’yı mı örnek alıyor?” başlıklı haber, s 19, 20.01.2011
** Milliyet: “Sığınakta diploması” başlıklı manşet haber, 20.01.2011