Biz önce projenin adına takmış bulunmaktayız. Evet, İngiltere değil, ABD’nin İngilizcesinden kaçınılmaz olarak kelimeler almaktayız. E, bâri kurallar bizim kalsın canım! “Kanal İstanbul” niye? Şuna “İstanbul kanalı” diyemez miyiz? Nitekim, dünyâdaki benzer kanalları böyle anmakta değil miyiz? İşte Şüveyş, işte Panama, işte
Korint!.. Haydi özel sektör bildiğini okuyor; Devlet buna uymasa ya!
Korint!.. Haydi özel sektör bildiğini okuyor; Devlet buna uymasa ya!
İstanbul’un, bugünün yoğun nüfûsuyla vardığı noktadaki yığınla problemlerini yok sayarak, üstüne yeni şehir eklemek!.. E, bu da nesi oluyor? Oysa… Hatırlanacaktır ki, aynı Başbakan henüz "İstanbul Belediye Başkanı"yken, çok doğru bir teşhis ile bunun tersini söylemişti. Büyüme önlenmeli gibisinden… O günden bugüne ne oldu ve ne değişti? Bilinmez. Şimdi de böyle diyor!
Şu İstanbul’un olabildiğince büyümesi ne anlama geliyor, büyümesinden kim ve niçin mutlu oluyor? Anlamak mümkün değil. Bugün bâzılarınca hâlâ özlemle aranan Turgut Özal, geçmiş yıllarda İstanbul’un nüfûsuyla övünmüş, az nüfuslu ülkelerle sözde dalgasını geçmişti. Geçmişti de… Meselâ, millî gelirinin dünyâda tavan yaptığı bir avuç Lüksemburg’u hiç hatırlamamıştı! Ayrıca, dünyâdaki refah ülkelerinden sâdece ABD, Japonya ve Almanya bizden kalabalıktırlar. Dünyânın en kalabalık iki ülkesi Çin ve Hindistan’ın millî gelirleriyse hayli geridedir. Hattâ, Hindistan’ın büyük büyük çoğunluğu sefâletin pençesindedir. Çin’deki durum ise kıt kanaat… Yâni… Nüfus, refahın göstergesi olmadığı gibi, millî geliri eriten de bir unsurdur. İşsizliğin birinci sebebidir.
AKP veyâ Başbakan’ın İstanbul’a özel bir ilgileri olduğu görülüyor. Hoş… AKP ve Başbakan’ı birbirlerinden ayırmak da mümkün değil ya! Çünkü biri, öbürü de demektir! AKP veyâ Başbakan, Başkent’i İstanbul’a almak gibi, fırtınalar koparacak bir düşünce yerine fiîlî duruma başvuruyor. Başta Merkez Bankası olmak üzere, kamu bankalarını İstanbul’a yönlendiriyor. Yok hava alanı, yok yarış pisti, yok köprü, yok şu, yok bu… Özel sektör ise havayı mı koklamıştır, yoksa haber veyâ tâlîmat mı almışlardır, her neyse… Onlar daha önden gidiyorlar. Başbakan, Başbakanlık makamı gibi İstanbul’da da bir makam açmış bulunuyor. Ülkedeki yarı zamânını burada geçiriyor. Bunun için ise kimisi haklı olabilen bahânesi pek çoktur. Başkent İstanbul’a taşınıyor, dedik ya, o budur işte.
Diğer yandan… Karadeniz-Marmara arasındaki bir kanal düşüncesi, tatbik şansı her ne olursa olsun, yanlış mıdır? Hâyır, bizce pekâlâ doğrudur. Hattâ Boğaz’a üçüncü bir köprüden çok daha doğrudur. İllâ… Bunun şimdi gösterilen yeri mi, yoksa Osmanlı’dan beri söylenen Sakarya’nın genişletilmesi mi?.. Tercih hangisi olmalıydı? Sakarya deyince de, Başbakan’ın çılgın dediği projenin ilk olmadığı anlaşılacaktır! Daha önce gündeme gelmek ise daha önceki bir “çılgın”ı akla getirmektedir! Ki, zâten de bu böyledir. Kısaca patent Osmanlınındır!
Şimdi bir de Ecevit’in adı ortaya atılmıştır. Sözde bu düşünce onunmuş, önce ondan çıkmışmış! Hadi canım sen de! Olsa olsa belki biri kulağına fıslamıştır, o kadar. Vallâhi, kimse kızıp gücenmesin, şahsen, onun adıyla böyle bir projeyi, yanyana bile düşünemeyiz! Onun ufku, Tokat-Reşâdiye’de yaptırdığı kısır köyden öteye gidemeyecektir! O, “barış, özgürlük…” deyip, güvercin uçurarak milleti avutmuştur. Ülkenin kırk yılını hebâ etmiştir! AKP’ye bugünkü “İktidâr”ı hediye eden de gene odur. AKP öncesinin Hükûmet’ini bir hatırlayalım. Bugün hâlâ sıkıntısını yaşadığımız “AF”tan başka aklımızda ne kalmıştır!?
Pekiyi, İstanbul’a kim göçüyor ve niçin göçüyor? Bunun cevâbı herkesin bildiği üzere, taşradaki işsizlik ve İstanbul’daki umuttur. En basitinden bir plastik işi için bile atölye İstanbul’a açılırsa olacağı budur. İstanbul’a göçen taşralılar, aslında kapalı bir toplum olarak gene birbirleriyle yaşamaktadırlar! Yaptıkları işler çok defâ birbirlerine hitap etmektedir. Yâni göçtükleri yerde kalsalardı, durumları bundan pek farklı ve kötü olmayacaktı. Rant işi hâriç tabiî ki! Üstüne oturup sâhiplendikleri Hazîne arâzileri, bir gün yüksek değer yapıp, onları zengin ediyor ya hani! Rant diye tabiî ki bunu kastediyoruz.
Bir zaman önce, “İstanbulluyum” diyen bir gence rastlamıştık. Öte yandan, neresinden baksan taşralı bir çocuktu. Sıkıştırınca aslının Kırşehir olduğunu demişti. Üstelik oradan gelen kendisi değil, dedesiymiş! Demek ki İstanbul’daki üçüncü nesildi. İlk, orta, lise ve yüksek okulu Kâğıthâne’de okumuşmuş. Ne var ki, inanılası değil ama bir üstteki semt Şişli’yi bile bilmiyordu! Evet, aynen de böyleydi.
İstanbul ve taşra deyince, bizim aklımıza hemen eskinin yerli filmleri gelirler. Zamânında komedi niyetine katılarak güldüğümüz bu filmleri, şimdilerde rastlarsak eski İstanbul’u gösterdikleri için nostalji olarak gene izleriz. Filmlerin pek çoğunda, yolu İstanbul’a düşmüş taşralı işsiz güçsüz bir oğlan vardır. Kendisi çok iyi bir çocuktur. Bu arada bir de kızı sever. Fakat içinde bulunduğu yoksulluk onun önündeki en büyük engeldir. İşte, tam da bu noktada, bir kenar mahâllenin hayırsever halkı Hızır gibi yetişirler. Tesâdüf bu ya, kadını ve erkeğiyle mahâllenin hepsi iyi insanlardır. İyilik yapmak için kendi yoksulluklarını bile unuturlar. Oğlana, önce kalacağı bir oda bulunup verilir. Sonra karnı doyurulup, sırtı giydirilir. Hattâ o yoklukta bekçilik gibi bir de iş ayarlanır. Yâni, oğlumuz artık hayâtını kazanmıştır. Eh, evlenmesi için de bir engel kalmamıştır. Düğünü gene mahâlleli yapar. Davulu, zurnası, takısı filân ile…
Pekiyi, İstanbul’dan çok Anadolu’da seyredilen bu filmler, Orada acaba nasıl bir etki bırakırlar? Biz o etkiyi görüp yaşamışızdır. Hiç şüphe olmasın ki, filmler o zamanki İstanbul’a göçün sebeplerinden biridirler. Tek başına değil ama biri… Şimdilerdeyse göç sebebi o kadar çoktur ki…
Bakın, bu konuda şöyle bir hâtıramız da vardır… 1962-64 arasındaki askerliğimizin uzun bölümü Çukurova’da geçmiştir. Orada, pek zengin olmasa da kendisine arada “ağa” denilen bir kişi tanımıştık. Bayağı aklı başında, olgun ve oturaklı bir adamdı bu. Askerliğini Ankara’da yapmış İstanbul’u ise hiç görmemişti. Aslen Vizeli olduğumuzu bile bile, âilemizin İstanbul’da yaşadığını da bildikleri için orada bize “İstanbullu” derlerdi. Hattâ bâzen de “Ustambullu”! O zamanlar, İstanbul’u görmeyenlerin sayısı hayli fazla olduğundan, sık sık İstanbul sorularına muhatap olurduk. Pek çok şeyi merâk ederlerdi. İşte böyle bir gün, yukarıdaki “ağa”yla sohbet ederken bize İstanbul’u nasıl düşündüğünü anlatmıştı. İstanbul onun için özetle şöyleydi: “Her caddesi ve her sokağında bahçeli güzel evler; üstü, başı temiz ve eğitimli insanlar; yazın pencereleri açık evlerden dışarıya taşan müzik ve özellikle de keman sesi!..” O zamanlar, Adana’nın Reşat Bey semti buna yakın bir yerdi. Ama, bir de Seyhan ırmağının karşı yakasındaki perişan mahâlleler vardı. Cevâben demiştik ki… “Ağa, İstanbul’da Reşat Bey’den iyisi de, Seyhan’dan ötesi de vardır! Ama ikisi de vardır.” İnanamamış gibi uzun uzun bakmış, kalmıştı. Onun zihnindeki imajı uyandıran da elbette ki bir takım filmlerdi. Hani şu zengin konak filmleri.
Burada İstanbul’a göçten bahsederken kendimizi atlamayalım. Çünkü, biraz farklı da olsak, sonuçta biz de İstanbul’a göçen eski bir taşralıyızdır! Şöyle… Balkanlarda savaş başlayınca, Vizeli dedemiz İstanbul Edirnekapı semtine göçmüşmüş. Babamız da, 25 Mart 1913’te gene burada doğacaktır. Dedemiz sonra Vize’ye dönmüş ama, arada bir İstanbul’a da uğramayı ihmâl etmezmiş. Babamız da böylemiymiş bilemiyoruz, fakat bir gün İstanbul’a göçtüğünde biz henüz yedi yaşındaydık. Edirnekapı dışında, Eyüp’e bağlı Râmi’ye taşınmıştık. Babamız çiftçi olduğundan burada arâzi kirâlamıştı. Okula Râmi’de başlamıştık. Okul öncesi, halamızdan özel eğitim aldığımız için, kaydolduğumuz sınıfın süper bir öğrencisiydik. Arkadaşlarımızla aramızda uçurum vardı. Sözün tam anlamıyla parmakla gösterilirdik. Ancaaaak… Çok yakın olduğumuz birkaç arkadaşımız dışında kimse bize Mete demezdi. Bu da ayrı. Ya ne derlerdi? Yok canım, öyle övücü bir sıfat filân beklemeyin sakın! Köylü derlerdi, Köylü! Neden mi? İstanbullu için dışarısı taşraydı ve köydü de işte ondan! Göçmen de çok çok azdı zâten. Meselâ biz, koca okulda belki de tektik. "Köylü"den terfî edip Mete olmamız ise bir yıl sürmüştü. Ancak ikinci yılda adımıza kavuşabilmiştik.
Çoğumuz biliriz ki, Osmanlı devrinde öyle salına salına İstanbul’a gidilemezmiş. Kayıt kuyut varmış. Efendim; demokrasi, özgürlük vb… İyi de, o zaman da bugünkü gibi oluyor işte! Kısaca, demokraside bile bâzı şartlar koymak gerekiyor.
.
.
Türkiye sekiz yüz bin küsur kilometrekare bir ülke. Seksen milyona doğru giden de bir nüfûsumuz vardır. Oldu olacak hepimiz toplanalım şu İstanbul’a! Şehir devlet olalım. Bitsin bu tartışma bâri! Ötesini mi ne yapalım? Ötesini de düşünecek olsak, İstanbul’a göçü teşvik etmez, hiç olmazsa çanak tutmazdık.
Değil mi efendim!?
Değil mi efendim!?
Mete Esin