Heykelin sözlük anlamını açıklayarak başlayalım. Büyükten küçüğe bilerek ve sıkça kullandığımız “heykel” de, dilimizin Arapça sözlerindendir. Şu var ki, heykel kavramının tarih sürecinde değişmiş olduğunu söylememiz lazım gelecektir. İlkel hayat tarzında, heykel demek bütün bir insanlık için neredeyse tamamen tanrı figürü demek iken, şimdi bu husus sadece ilkelliği hâlâ yenememiş kabilelerle Doğu dinlerinde kalmıştır. Bu insanlar, bugün de kendilerinin yaptıkları heykellere bakıp dua etmekte, bunlara tapmaktadırlar! Günümüz yüksek teknolojisinde söz sahibi olmuş bir Japonya, Kore, Kıta ve Ada Çinleriyle atom bombası yapmış, uzaya uydu gönderebilen Hindistan buna dâhildirler. Bu inançları, onların kültürlerinde ayrılmaz ve vazgeçilmez bir rükündür. Tanrı figüründen başka heykeller de yapmış olsalar bile…
İslam’ın bugün birinci derecede kutsal mekânı Kâbe, daha öncesinde de böyle kutsal bir mekân imiş. Arap putperestlerin mekânı. Burada, putperestlerin tanrı sayarak her birine ayrı ayrı görevler verdikleri üç yüz altmış figürün (heykel) bulunduğu bilinmektedir. Kur’an’da adları geçip “Şeytan Ayetleri”nin de konusu olan Lat, Menat ve Uzza heykelleri keza buradaydılar. İslam’daki resim ve heykel yasağının temeli gene budur zaten. İslam, koyduğu bu yasakla puta tapılan eski günlerin hatıralarını unutturmak istemiştir. O günün insanı için mantıklı bir gerekçe!
Hristiyanlıktaysa, bunun tamamen aksine olarak dinin esasları arasında yer alan, resim ve heykel İsa-Meryem figürleri vardır. Herhâlde bu yüzdendir ki, Hristiyan dünyasının başlıca süslerinden biri resimler olmuşsa, yekdiğeri de heykellerdir. Resim hemen her zaman kapalı mekânların süsüyken, bazı istisnaları saymazsak, heykel sanatının hayat sahası olarak dış mekânlarla özellikle geniş meydanları görmüşüzdür.
Heykel sanatı deyince, eski Yunan ve Roma’yı hatırlamamak ne mümkündür. O, bir canı eksik mermer harikaları… Nispeten yakın bir zamanda yaşanan Rönesans da mermeri elden ve gözden çıkarmadan yeni yeni harikalarla bu sanatın devamını sağlamış bulunmaktadır. Rönesans döneminin Batı Avrupa ülkelerinde yapılmış heykeller, meydanlarla binaların cephelerini hâlâ daha süslemektedirler. Bu, bina süsü heykel örneklerini, bizim İstanbul’daki Levanten Beyoğlu-Galata muhitimizde de pekâlâ görebilmekteyizdir.
Yukarıda Rönesans deyince aklımıza gelmiştir: Michaelangelo'ya nasıl olup da bu mükemmel heykelleri yapabildiği soruldukta: "Çok basit, çok basit!" deyip: "Ben sadece mermerin fazlalıklarını alıyorum, altından bunlar çıkıyorlar!" diye de eklemiş! Gerçekten ne kadar basitmiş! Eh, böylesi bir dehadan böyle dâhiyâne cevap beklenirdi, değil mi!?
Dünyanın gelmiş geçmiş ünlü heykelleri vardır. İlk akla geleni de “yedi harika”dan biri sayılan Rodos’taki heykeldir. Bu heykel, mermer kaide üstüne bronzdan yapılmışmış. Otuz üç metrelik boyunun iki ayağı arasından limana girip çıkılırmış. İyonların güneş tanrısı Helios adına on iki yılda yapılmış, elli altı yıl sonra (MÖ 226’da), bir depremde en zayıf yeri olan dizlerinden kırılıp oraya yıkılıvermiş. Heykeltıraşı, Rodos’a komşu Lindos adasından Chares diye biriymiş. Aslında, bu devasa heykeli yapana heykeltıraş değil de, mimar demek gerekir ya neyse.
"Rodos Heykeli"nden, yazılanlardan başka bilgi kalmamasına rağmen, buradan yola çıkan bir heykeltıraş olan Fransız Frederic Auguste Bartholdi, okuduklarından da ilham alarak NewYork limanında Hürriyet heykelini yapmış. Aslında, o zaman bize bağlı Mısır (İskenderiye olabilir) için düşünülen bu heykelin bir miktar parasını da Sultan Abdülaziz ödemişmiş! 93 metrelik bu heykel, Mısır için Fransa’da parça parça yapılıp, Mısır’daki belirsizlikler yüzünden oradaki bir depoda saklanmış. Bakır ve çelik karışımı heykelin yapımında, Paris’teki kulesiyle tanınan Gustave Eiffel de bulunmuş. Zamanın politik gelişmeleri ve Fransa-ABD muhabbeti sonucunda, heykelin ABD’ye verilmesi uygun görülmüş. 25 Ekim 1886 günü yapılan bir törenle de şimdiki yerine dikilmiş. Heykelin ilk yüzüyle şimdiki yüzü aynı değilmiş. Bartholdi, heykelin yüzünü değiştirip şimdikini annesi Charlotte’a benzetmişmiş!
Bizim ülkemizde heykel deyince, herkesin aklına, her hâlde, önce Atatürk gelecektir ki doğrusu da zaten budur. Cumhuriyet, kurucusu Ata’sına duyduğu minnet ve vefasını, onu bir de böyle ifade ederek göstermiştir. Öte yandan, Ata’nın ölümünden sonra ülkede İnönü’nün içinde bulunduğu bir takım garabet yaşanmıştır. Başbakan Celal Bayar’la Genel Kurmay Başkanı Fevzi Çakmak’ın özel desteklerini arkasına alıp, onun yerine cumhurbaşkanı seçilen İnönü, kendine “Millî Şef” gibi bir unvanı yakıştırdığı gibi, devletin paraları ve pullarından Atatürk’ü kaldırıp yerine kendini koydurtmuştur! Sonra da, bunu resmî dairelere astırdığı fotoğrafları ve bütün ülkeyi doldurmaya başlayan büst ve heykelleri takip etmişlerdir. Neyse… Politik bir konudur ki, bunu burada kesip geçmekteyiz.
Artık bilindiği üzere, Edirne’yi MS 122-3’te görüp, o günkü pazar yeri veya kasaba kılığından zamanının çağdaş bir şehrine çevirten, Roma İmparatoru Hadrianus olmuştur. Kendisi burayı ne derecede beğenecektir ki, kendi adını bile vermiştir. Nitekim, onun verdiği “Hadrianus’un şehri” manasındaki “Hadrianopolis” adı, yıllar içinde bozulup kısalarak, kılıktan kılığa girip bugünkü Edirne sonucuna varacaktır.
Peki, tam adıyla Publius Aelius Traianus Hadrianus kim olmaktadır? MS 24.01.76’da İspanya-Baetica’ da doğmuş, 10.07.138’de İtalya-Baiae’de ölmüştür. Roma’nın Suriye valisi olduğu sırada MS 117’de Traianus'un yerine imparator seçilmiştir. Traianus'un, Fırat ötesinde kendisinden önce ele geçirdiği toprakları terk etmiş, geri kalan alandaysa barışçıl bir politikayı başarıyla yürütmüştür. Hadrianus’un çizdiği İmparatorluk sınırları o derecede gerçekçidir ki, Roma’nın tarih sahnesinden çekilmesine kadar neredeyse hiç değişmemiştir. Hadrianus bundan başka, bütün Roma imparatorları arasındaki müstesna kişiliklerden birisidir de. Yirmi bir yıllık iktidarında bugünlere kadar ulaşan bir hayli icraatı olmuştur. Hadrianus’un hayli ilgi çekici diğer bir yanı da kendisine karşı isyan eden Yahudileri, bugünkü vatanlarından söküp atması, onların çil yavrusu gibi dünyaya dağılmalarını başlatmasıdır!
Bugün Edirne’de; büstler bir yana, Atatürk, Fatih (Edirne’yi alan Fatih’in babası II. Murat her nedense akla gelmemektedir!) ve Mimar Sinan, Kırkpınar ve sanatkâr heykelleri vardır. Bunların hepsi, ayrı ayrı isabeti ve Edirne için gereği olan seçimlerdir. Ancak, Edirne’ye bir de Hadrianus heykeli gerekmektedir. Niçin gerektiği bu kadar bir bilgiyle dahi anlaşılacağından, daha fazla bir ayrıntı vermeye gerek yoktur.
Hadrianus’un bir Roma imparatoru olması, onun zaten de şurada burada bir takım heykel ve büstlerinin hatta profilini gösterir paraların bulunması anlamına gelmektedir. Yani, Fatih’le Sinan’ın heykelleri için “olsa olsa böyledirler” diyebiliriz. Onlardan bin dört yüz, bin beş yüz yıl öncesi yaşamış Hadrianus’un ise, heykel, büst ve para kabartmalarındaki suretiyle fiziği “bire bir” gerçektirler!
Türkiye’de bunun bir örneğini Antalya vermiştir. Şehrin adını aldığı Bergama kralı Attalos’un bir heykeli Antalya’nın uygun bir yerine hâlen dikilmiş bulunmaktadır. Heykel tartışmalarında Attalos’un cinsel tercihleri de gündeme gelmiştir. Hem de bayağı çetin bir şekilde. Ne var ki, sonuçta yapılmıştır heykel, yerine de dikilmiştir. Attalos Antalya’yı kurmuş olmakla, heykeli hem güçlü bir espri olmuştur, hem o heykel artık şehrin bir süsüdür.
Konumuzun çok ilgi çekici yanı, Hadrianus’un da Attalos’unku gibi bir sabıkası mevcuttur! O, Antonius adındaki Bolulu bir genci sevmiştir! Hatta, bu genç Nil’de boğulunca aynı kıyıda adına bir şehir bile kurmuştur!
Eh, madem ki böyle bir konu açılmıştır, devam edelim bari! Fatih Sultan’ımız da öyle pirüpak değildir hani! Bunu yazmaksa yeni bir şey olmayıp, sadece malumun ilamından ibarettir! Şiirleri ve gerekse "Kalatalı mahbup" bunu pekâlâ anlatırlar! Fatih, Galata’yı, sevdiği gencin mensup bulunduğu Mevlevihanenin yeri olarak Kalata diye yazmaktadır.
Bakınız; Edirne’de sabunla süpürge bile heykel konusu olduktan sonra bir Hadrianus’un olmaması, hem tarih önünde ayıp hem de Edirne’yi kurmuş Hadrianus’a karşı haksızlık ve vefasızlık olacaktır!
Yazımızı Atatürk’ün şu sözüyle bağlamış olalım:
"Bir millet ki, resim yapmaz; bir millet ki, heykel yapmaz; itiraf etmeli ki, o milletin medeni âlemde yeri yoktur!"
Mete Esin