Son gidişimizde; Eminönü Çiçek Pazarı’yla, Beyazıt Sahaflar Çarşısı ve bunun dışında kalan eski Dişçi Okulu önündeki ikinci-üçüncü-beşinci el sergileri gezmek istedik. Bir de, o asırlık koca kestane ağacının altında oturmayı. Bir pazar günü, Şişli'den yola çıktık. Altımızda araba filan yok; otobüsle gidiyoruz. Tenha bir günde Eminönü'ne gidip, rahatça gezineceğiz! Fakat o da ne!?. Karaköy’deyiz ve Eminönü henüz uzaktan görünüyor ki, durumun hiç de öyle olmayacağını anlıyoruz. Eminönü mahşer yeri! "İğne atsan yere düşmez!" sözü burası için söylenmiş olmalıdır. Ama bu saatten sonra dönecek hâlimiz de yok. …ve artık Galata Köprüsü'nün İstanbul yakasındayız.
Köylerinden kopup gelmiş kadın erkek genç insanlarla, omuz omuza, itiş kakış, birbirimizin ayaklarına basarak yürüyoruz. Çiçek Pazarı, Tahtakale, Mercan'dan geçip Beyazıt'a vardık. Geçtiğimiz her yer, yol kenarlarına yayılmış sergilerle dopdolu. Sergilerin, alanı da satanı da aynı halk kesimi. Bu insanlar hem alışveriş yapıyorlar, hem de piyasa. Haftalık eğlenceleri buydu ve hâllerinden pek memnundular. Özellikle de genç kadıncıklar. Onların, haftada bir dışarıya çıktıkları belliydi. O gün gördüklerimiz, ne İstanbul ve ne de Ülke açısından hoş değil, iç açıcı değildi. Gönül daha iyisini görmek istiyordu. Fakat, şu var ki İstanbul'un şimdiki gerçeği buydu. İstanbul değişmiş, İstanbullu kaybolmuştu.
Üç yıl önce Rize'den öteye kadar, dört yıl önce ise Antep, Maraş ve Urfa’ya kadar geziler yapmıştık. İstanbul'un genç ve yeni o sâkinleri, gezilerimiz boyunca gördüklerimizle hemşehriydiler. Fakat, bu ikisi arasında ciddî farklar vardı. Belliydi ki, köyünden kopan bu genç nüfus, kendi il merkezine bile uğramadan soluğu İstanbul'da almıştı!
Gayri ihtiyari geçmişe, kendi çocukluğumuza döndük. Babamız büyüklerini kaybettiğinden, o sıralar bekâr olan halamız Vize'de bizimle yaşardı. Halamız, bizi okul öncesi iyi bir eğitip yetiştirmişti. Çok rahat okuyup yazıyor, aritmetiğin dört işlemini yapıyor, Allah vergisi yetenekle güzel resim çiziyor, o zaman bir marifet sayılan saat okumayı beceriyorduk. 1947'de İstanbul'a işte bu donanımla göçmüştük. Tabiatıyla sınıfta derhâl parladık. Kısa sürede sınıfı aşıp okula taştık. Sonra da, o zaman iki buçuk mahalleden ibaret Rami'ye... Evet, Rami'nin "33" numaralı ilkokulunda ünlü olmuştuk! Ancak... Ünümüz başta gurur verici de olsa, giderek bundan sıkılmaya başlamıştık. Teneffüsün gelmesini neredeyse istemiyorduk! İstemiyorduk çünkü... Zil çalınca, sınıf kapısı dışında bekleyen büyük sınıf öğrencilerinden biri, bileğimizden yakaladığı gibi bizi kendi sınıflarına götürüyor, orada sınavdan geçiriliyorduk. Ama en çok da tarih kitabındaki padişah, vezir gibi kişilerin resimlerini çizdiriyorlardı. Abilerimizden bileğimizi kurtarmışsak, hava durumuna göre okulun altındaki salon veya bahçede teneffüse çıkmış altı yüz küsur çocuğun gözlerine hedef oluyorduk. Basbayağı parmakla gösteriyorlardı. Bunun sebebini bilmekle birlikte, çocuk kişiliğimiz aşırı bu ilgi altında eziliyordu. Arkadaşlarımızla aramızdaki uçurum, yıl sonuna doğru büyük oranda kapanmış, farkımız normale yaklaşmıştı. Bu yüzden, doğrusu bayağı bir rahatlamıştık.
Bunu niçin anlattık? Şunun için: Hani okulda çok başarılıydık ve çok tanınmıştık ya... O zaman neredeyse bütün bir Rami bizi duymuş dinlemişti ya... Buna göre de, adımız Rami'yi tutmuş olmalıydı, değil mi?.. Yoook canım, ne gezeeer! Yakın birkaç arkadaşımız dışında adımızı telaffuz eden bile olmamıştır! Köylü aşağı, Köylü yukarı!.. Söylenen buydu. Kıskandıkları ve bundan dolayı aşağılayıp küçük düşürmek için mi? Hayır canım, hiç ilgisi yok. Zamanın İstanbullusu, başka her yeri köy görürdü de işte bu yüzden! Vize uzak yer değil, İstanbul'un yanı başıymış... Mete üstün vasıfta bir öğrenciymiş... Adaaam sen de, laf-ü güzaf!
Bu olayın bir de şu yanı ilgi çekicidir: O günün İstanbul'unda, yarıya yakını gayrimüslimler olarak altı yüz binden fazla nüfus yaşardı. Bu nüfusun en eskisi, Doğu Roma (Bizans)'dan kalan Rum ve Ermenilerdi. Fetihten sonra da Anadolu’dan İstanbul'a Rum ve Ermeniler ile İspanya'dan Mûsevîler getirilmişlerdir. Biraz da Avrupalı vardır. Türk-İslâm nüfus ise, Anadolu'dan derlendiği gibi, daha sonra göç yoluyla gene Anadolu ve Rumeli'yle Kırım ve Kafkasya'dan gelmişlerdir. Ramililer mi?.. İlginç olan işte burasıdır ya!.. Tarihimizde "93 Harbi" diye geçen 1877-78 Türk-Rus Savaşının ardından, Balkanlardan ülkemize göçler olmuştur. Göçmenlerin bir kısmı Trakya'da kalmışlar bir kısmıysa Anadolu içlerine kadar gitmişlerdir. Bir kısmı da İstanbul-Rami'ye yerleştirilmişlerdir! Yani, 1947-48'de bizi köylü görenler, yetmiş yıl önceki göçmenlerin torunlarıdırlar. Sadece yetmiş yıl... Fakat şu husus doğruydu ki onlar İstanbulluydular. Biz ise; dışarlıklı, taşralı veya köylüydük! İstanbul için o günün doğrusu, gerçeği buydu. Ayrıca, biz köylüler İstanbul'da sözün tam anlamıyla azınlıktaydık! Tıpkı Beyoğlu'ndaki Avrupalı Levantenler gibi!
Yıllar sonra yirmi üç yaşında askere gittiğimizde, bu defa Anadolu muhitinde bize İstanbullu demişlerdir! Hem de aslen Vizeli olduğumuzu bile bile. Dediklerine göre farkımız varmış! Bu da, aynı konudaki ayrı bir hatıramızdır.
Geçmişin İstanbul'uyla taşra denilen dışarısı arasında o kadar büyük farklar vardı ki, bu ikisi âdeta ayrı dünyalardılar. Niçin böyleydi?.. İstanbul, her şeyden önce iki büyük ve uzun ömürlü imparatorluğun başkentiydi. Yüzyılların birikimi ve yüksek bir kültür düzeyi vardı. Bu birikim ve kültür, şehir merkezinden çevreye doğru halka halka yayılmaktaydı. Tanzimat'tan sonra Batı'ya açılan ülkenin, kapısı penceresi yine İstanbul'du. Batı'dan gelen her şey bu kapıdan girmiş, çoğu da Anadolu’ya gitmeden gene burada kalmıştı. Giyim-kuşam, basın, tiyatro, sinema, sanat, spor gibi etkinliklerle eğitim kurumları ve üniversite vb İstanbul'daydılar. İstanbul ülkenin batısıydı ve Avrupa’ya bakan pencere de burasıydı. Hayat tarzı, bu yüzden Avrupa'ya oldukça yakındı. Özellikle Beyoğlu ve Kadıköy muhitleri, Avrupa’dan semtler gibiydiler.
İstanbul'da, 1980'lere kadar şöyle bir söz söylenmiştir: Buradan başka İstanbul yok! Bu, şu demektir: Bilgi diye, görgü diye ne öğreneceğin varsa, bunu ancak İstanbul'da bulabilirsin! İşte... O İstanbul da burasıdır! Ancak… Şimdiki değil tabiatıyla eski İstanbul!
O eski zamanda, İstanbul o kadar olaysız ve sakindi ki... Mesela, İstanbul’da yılda ancak birkaç kere işlenen cinayetler, konu sıkıntısı çeken gazetelerde günümüzün TV dizileri gibi günlerce anlatılırdı. 1948 yılıydı, o sıralar komünizmin kucağına düşen Romanya’dan bir pilot binbaşı, kullandığı tek kişilik ve gövdesiyle kanatları komando desenli branda uçakla Türkiye’ye kaçmıştı. Uçak, içinde kiracı olduğumuz Rami’deki Gıda Toptancılarının (eski 66. Tümen kışlası) yakınındaki evimizin yakınlarında (şimdiki Sağmalcılar Cezaevi yeri) bir yere inmişti. Bu nasıl bir olaymış ki, bütün bir İstanbul halkı, uçağı uzaktan olsun (uzun zaman orada bekletilen bu uçağın çevresinde askerlerce nöbet tutulurdu) görebilmek için Eyüp-Rami’deki bu yere taşınmıştı. Tarlalar arasından geçen toprak ve çamur yol, günlerce çiğnenerek asfalt gibi olmuştu!
Mete Esin