Din, insan için her zaman var olmuş ise de en çok da onun başı dara düştüğü zaman lâzım olmuştur! Bir de kişinin eğitim düzeyiyle din duygusu arasındaki münâsebet dikkat çekicidir. Kısaca... İnsanoğlu, rahat ve refaha kavuştuğunda, belki farkında bile
olmadan dine uzak düşmüştür. Dünyânın refah ülkelerinden Almanya'da, yakınlarda yapılan örnekleme yollu bir ankete göre, din ve hattâ Tanrı'ya inanmayanların orantısı yüzde kırk üç gibi çok yüksek bir rakama varmaktadır. Dinle eğitim ilişkisine örnek olarak da, İngiltere'de yapılan benzer anketi hatırlamaktayız. Yüksek eğitimli kişiler arasındaki bu anketin sonuçlarına göre, inanmayanların yüzdesi yetmişin üstündedir!
Özel mülkiyet tanımayan, bu yüzden de mal-mülk ve üretim araçlarını kamulaştırmayı öngören komünizm veyâ geniş anlamıyla sosyalizmin ideolojisinde de din gibi mistik duygulara yer verilmemektedir. İnançsızların bütün dünyâdaki oranıysa yüzde on ikidir.
Üç ilâhî din dışında kalan bugünün belli başlı inanç sistemlerini şöyle sayabiliriz: Budizm, Hinduizm, Konfüçyanizm, Şintoizm ile Taoizm. Bu izmlerin hepsi de Asya'da egemendirler. Mensuplarının sayıları iki milyardan fazladır. Budizm'in Hanayana ve Mahayana diye iki mezhebi vardır. Hinduizm pek çok mezheplere bölünmüştür. Konfüçyanizm'de mezhep görülmez. Fakat gariplik şuradadır ki, bu inançtaki bir kişi ayrıca Budist, Taoist veya Hıristiyan da olabilmektedir! Taoizm'le Şintoizm'de de durum aynen böyledir.
İlâhî dinlerin sıra olarak birincisi Mûsevîlik üç mezheplidir. İkinci sırada olup yeryüzünün en kalabalık ve en yaygın inanç topluluğu olan Hıristiyanlık, üç ana mezhebe bölünmekle birlikte daha küçük çapta bölgesel mezhepleri de vardır. Sıra İslâm'a gelince bu sayı kabûle bağlıdır! Bir sünnî olarak buna dört dersek, diğer üçünü inkâr etmiş oluruz. Oysa Alevîlik de Şiîlik de Vehhâbîlik de birer gerçektirler. Yâni onlar da vardırlar. İslâm, bundan başka hayli sayıda tarîkatlara bölünmüştür. İslâm'ın iç çatışmalarında, bölünüp parçalanmanın rolü olduğundan hiç kuşku yoktur. Henüz kurucusunun ölümü arkasından, halîfelik makamı uğrunda verilen mücâdeleler herhâlde başlangıç noktası olmuşlardır. Bölünmenin ilk şiddet olayı ise Kerbelâ'da yaşanmıştır. Kesin bölünmenin de Kerbelâ’da başladığını söylemek yanlış olmayacaktır. Bölünüp parçalanmanın sonuçları en keskin biçimde hâlen de sürmektedir.
Bundan sonra, kısa olarak Hasan Sabbah (Hasan bin es-Sabbah) denilen kişi akla gelir. Sabbah, İslâm'ın Şiî mezhebi kollarından İsmâiliye'den ayrılan Bâtınîlerin ünü kötü lideridir. Öyle bir lider ki, târihin en büyük teröristlerinden biri kuşkusuz ki odur. Sabbah'ın, en az kendisi kadar ünlü Îranlı Şâir Ömer Hayyam'ın okul arkadaşı olduğu sanılır. Son derecede zekî ve kurnaz olduğu bilinir. Îran'da, önce Alamut kalesi sonra da diğer bâzı kaleleri ele geçirerek, buralarda beyinlerini yıkayıp şartlandırdığı, ayrıca uyuşturucu içirip yönlendirdiği fedâî müritlerini İslâm dünyâsına yaymış, bu suretle de her istediği kişiye ulaşıp, onu öldürtebilecek kadar ileri gitmiştir. Dehşet sembolü bu adamın en ünlü kurbanı, Selçuklu veziri Nizâm ül Mülk'tür. Hasan Sabbah'ı ortadan kaldırabilmek için İran Selçuklularının bütün çabaları boşa gitmişken, daha sonra Bağdat'ı da yerle bir edecek Cengiz Han torunu Hulâgu çıkagelmiştir. Asya ortalarından Türklerin Gök tanrısına inanarak gelen Hulâgu, acımasız Sabbah'a acımamış Alamut ve diğer kaleleri ele geçirerek, onu (Fedâiyûn, Haşhâşîyûn veya Haşişîyûn da denilen müritleriyle birlikte) ortadan kaldırmıştır. Fedâiyûn'un Sûriye dolaylarındaki artıklarıysa, bir Kıpçak (Tatarların atası) Türk'ü olan ve Mısır'daki Kölemenlerin hükümdarı Baybars eliyle yok edilerek, bu belâya tamâmen son verilecektir.
İslâm'ın tanınmış tarîkatlarından biri, harflerden birtakım hükümler çıkaran Hurûfîlerdir. Akîdeleriyle Sünnîlere ters düşen Hurûfîler, buna rağmen toplumda kabûl bulmuş ve yayılmışlar, hattâ Fâtih zamanında saraya bile girebilmişlerdir. Ama zamânın şeyhülislâmı Fahrettin Acemî Efendi, ne yapıp edecek ve Hurûfîleri Fatih'in gözünden düşürerek Osmanlı sarayından uzaklaştıracaktır. Bununla da kalmayıp, Hurûfîlerin (hem de yakılarak) îdam edilmelerine fetvâ verecektir. Îdam, 1453 yılı îtibarıyla Edirne Namazgâh Ovasında infaz edilmiştir. Îdamın ateşini bizzat kendisi üflerken, Acemî'nin sakalının tutuştuğuna ilişkin, ilginç bir söylenti bugüne kadar gelmiştir. İslâm inancında Allah'a mahsus bir cezâ diye kabûl edilen yakmanın, dünyâ hayâtında uygulanmış olması, bu olaydan sonra bir takım toplumsal rahatsızlıklara da sebep olacaktır.
Edirne, başka bir dinî ölüm cezâsına daha sahne olmuştur. Aslen Îranlı olarak İstanbul'da yaşamakta olan Mehmet Lârî diye bir kişi, Allah'a karşı fikirleriyle öne çıkmıştır. Bu tavır isyan olmayıp, Allah’ı tümüyle inkâr ederek böyle bir kavramın olmadığı mâhiyetindedir. Avcı Mehmet'in saltanatı sırasında Edirne fiîlen başkent olduğu cihetle, Lârî de burada yargılanıp 1665'te gene burada îdam edilmiştir. Edirne'de kendi adına bir câmisi bulunan, Fâtih'in özel hekimi Abdülhamit Lârî Çelebi bu kişinin Îran'dan hemşehrisi olmaktadır.
İnsanlığın, Dünyâ dışındaki gezegenlere ayak bastığı ve hattâ uzaklıkları ışık yıllarıyla hesaplanan diğerlerine araç gönderebildiği çağımızda dahi, yeni yeni mezhep veya daha küçük bölünmeleri görebilmekteyiz. Ülkemizde, cemaat adıyla örgütlenen dinî topluluklar bunun en yakınımızdaki örnekleridirler. Bu türden bölünmelere bir de ABD'nin Hristiyan dünyâsında rastlamaktayız. Tam bir sapıklıkla izah edebileceğimiz bir takım saçma sapan mezhepler, dünyânın ulaşabildiği uygarlık ve teknolojinin en büyük temsilcisinde bile gündemdeki yerlerini koruyabilmektedirler. Bu ise, ne büyük bir çelişkidir!
Mete Esin