Edebiyat sözü, gene edebiyat biçimindeki Arapça aslından dilimize geçmiştir. Eğitim, güzellik, incelik ve usluluk anlamlarını içerir. Sözlü edebiyat en ilkel topluluklarda bile görülebilir. Yazılı edebiyatsa gelişmişlik ve uygarlık göstergesidir. Edebiyat, toplumları ulus yapan unsurlardan biridir. Yazılı edebiyatı olmayan toplumlar henüz uluslaşmış sayılmazlar.
Bir sanat dalı olarak edebiyat, ayrıca kendi içinde birtakım başka dallara ayrılmıştır.
Bunlar içinde önde geleni bir bakıma şiir olur.
Şiir; imaj, olay, duygu ve düşüncelerin anlatım aracıdır.
Gene şiir, edebiyatın diğer dalları yanında halka daha çok mal olmuştur. Şiir deyince, bizde akla gelen en eskiler Mevlâna’yla Yunus’tur. Mevlâna, Farsça yazmıştır. Bu yüzden de halk tabakaları tarafından anlaşılamamıştır. Yunus ise alçak gönüllü ve sade
bir Türkmen’dir. Hayat felsefesini aynen şiirine yansıtmıştır. Hem okunmuş hem destanlaşmıştır. Sevilmiş ve daha önemlisi kendisine saygı duyulmuştur. Hâlâ da sevilip sayılmaktadır. Bu ikiliden sonra uzun bir sessizlik dönemi geçmiştir.
Divanları günümüze kadar gelen bazı padişahlarla Kaygusuz, Eşrefoğlu, Pir Sultan, Kul Himmet, Karacaoğlan, Âşık Garip gibi tekke ve halk şiirinin ustalarını saymayacak olursak; Baki, Fuzuli ve Nef'i ile on sekizinci yüzyıla geliriz. Bu yüz yılda Nedim ile Şeyh Galib, karanlık bir gecenin yıldızları gibi parlamışlardır. Ancak... Bu parlak yıldızlar, tıpkı Mevlâna gibi halka uzak ve yabancı bir dil kullanmışlar, bırakalım bugünü, zamanlarında bile halka inememişlerdir. Şiirleri tercüme edilmeden anlaşılamamış, tercüme edilince de şiir olmaktan çıkmıştır!
On dozuncu yüzyılda, çok sayıda şairin yaşadığını görmekteyiz. Şinasi, Ziya Paşa, Namık Kemal, Tevfik Fikret, Abdülhak Hamit, Cenab Şehabeddin ve daha başkaları, hemen hepimizin en azından adlarını bileceğimiz büyük şairlerimiz olmuşlardır. Rıza Tevfik, Mehmet Emin, Mehmet Âkif, Ahmet Haşim, Ziya Gökalp, Yahya Kemal, Enis Behiç ve Faruk Nafiz’ler ile şu anda hatırlayamadıklarımız çağ olarak bize daha yakındırlar. Nâzım Hikmet, Necip Fazıl, Behçet Kemal, Ahmet Muhip, Cahit Sıtkı, Fâzıl Hüsnü, Ahmet Kutsi, Ziya Osman, Bedri Rahmi, Orhan Veli, Melih Cevdet, Behçet Necatigil, Cahit Külebi, Atillâ İlhan, Edip Cansever, Bekir Sıtkı, Cemal Süreya ile gene hatırlayamadığımız diğerleri, bir süre olsun bizim kuşakla birlikte yaşamışlardır. Son kuşak şairleri yazamadık; çünkü onları tanımıyoruz.
Bu şairlerin, bir veya birkaç şiirleri çok sevilmiş, okunmuş, dinlenmiş ve kendileriyle özdeş olmuştur. Şair söylendiğinde şiiri hatırlanmış, şiir okunduğunda şairi bilinmiştir.
Yukarıdakilerden biri var ki, durumu hepsinden özeldir. Bizim kuşak, bu şairi 27 Mayıs’tan önce sadece duymuş ve hakkında olan biteni dinlemiştir. Ama şiirlerini bundan sonra okuyabilmiştir. Anlaşılmış olacağı üzere, Nazım Hikmet’i anmaktayız. Nazım Hikmet, bizde edebî olmaktan çok siyasi kişiliğiyle tanınmıştır. Geniş bir halk kesimine göre o, her şeyden önce bir komünisttir. Öte yandan iyi de bir şairmiş, ne gam!.. Nazım, komünist olduğundan, ayrıca da vatan haini sayılmıştır. Ancak, en iyi hakem zamanmış. Nitekim, zaman Nazım’ı vatan hainliğinden aklamıştır. Gün gelmiş, Türkçülüğün siyasal lideri Türkeş, Nazım’dan şiir okumuştur. Bize göre, doğru da yapmıştır. Çünkü, Nazım komünist olmuş ve hatta komünist ölmüştür ama, vatan haini olmamıştır!
Durduk yerde, bu konuya nereden mi girdik? İbrahim Sadri yüzünden! Kendisi, sağcı kesime mensup olup, bir bakıma oranın da sözcüsüdür. Onu, sırf bu yanıyla sevmeyenler olabilecektir. Biz ise şurada andığımız işine bakıyor, bunu yazıyoruz.
İbrahim Sadri’yi birkaç yıl önce TV’de tanıdık. Ne yaptığı bir yana ses tonu pek güzeldi. Şimdi kendine uyanı bulmuş, şiir okuyor. İyi de yapıyor. Kaset doldurmuş. Adına müzik denilen o dünya kadar zırvayı geriye itip başa geçmiş. Ne kadar iyi! Ne kadar güzel! Kim bilir, şiir belki de böyle geri dönüp gelecektir. Gençlerin şiiri tanıyıp sevmeleri belki de böyle mümkün olacaktır. İbrahim Sadri, belki de hiç düşünmeden hayırlı bir işe başlangıç yapacaktır.
Bizim edebiyatla hiçbir zaman yakınlığımız olmamıştır. Roman okumamış, öykü okumamışızdır. Yalnız şiiri sevmiş, çok seçici olarak da okumuş veya dinlemişizdir.
Bir zaman şiir vardı, diye başladık. Şiir geriye döndü diye de bağlamak isterdik. Evet, şiir acaba geriye mi döndü!?
Gene şiir, edebiyatın diğer dalları yanında halka daha çok mal olmuştur. Şiir deyince, bizde akla gelen en eskiler Mevlâna’yla Yunus’tur. Mevlâna, Farsça yazmıştır. Bu yüzden de halk tabakaları tarafından anlaşılamamıştır. Yunus ise alçak gönüllü ve sade
bir Türkmen’dir. Hayat felsefesini aynen şiirine yansıtmıştır. Hem okunmuş hem destanlaşmıştır. Sevilmiş ve daha önemlisi kendisine saygı duyulmuştur. Hâlâ da sevilip sayılmaktadır. Bu ikiliden sonra uzun bir sessizlik dönemi geçmiştir.
Divanları günümüze kadar gelen bazı padişahlarla Kaygusuz, Eşrefoğlu, Pir Sultan, Kul Himmet, Karacaoğlan, Âşık Garip gibi tekke ve halk şiirinin ustalarını saymayacak olursak; Baki, Fuzuli ve Nef'i ile on sekizinci yüzyıla geliriz. Bu yüz yılda Nedim ile Şeyh Galib, karanlık bir gecenin yıldızları gibi parlamışlardır. Ancak... Bu parlak yıldızlar, tıpkı Mevlâna gibi halka uzak ve yabancı bir dil kullanmışlar, bırakalım bugünü, zamanlarında bile halka inememişlerdir. Şiirleri tercüme edilmeden anlaşılamamış, tercüme edilince de şiir olmaktan çıkmıştır!
On dozuncu yüzyılda, çok sayıda şairin yaşadığını görmekteyiz. Şinasi, Ziya Paşa, Namık Kemal, Tevfik Fikret, Abdülhak Hamit, Cenab Şehabeddin ve daha başkaları, hemen hepimizin en azından adlarını bileceğimiz büyük şairlerimiz olmuşlardır. Rıza Tevfik, Mehmet Emin, Mehmet Âkif, Ahmet Haşim, Ziya Gökalp, Yahya Kemal, Enis Behiç ve Faruk Nafiz’ler ile şu anda hatırlayamadıklarımız çağ olarak bize daha yakındırlar. Nâzım Hikmet, Necip Fazıl, Behçet Kemal, Ahmet Muhip, Cahit Sıtkı, Fâzıl Hüsnü, Ahmet Kutsi, Ziya Osman, Bedri Rahmi, Orhan Veli, Melih Cevdet, Behçet Necatigil, Cahit Külebi, Atillâ İlhan, Edip Cansever, Bekir Sıtkı, Cemal Süreya ile gene hatırlayamadığımız diğerleri, bir süre olsun bizim kuşakla birlikte yaşamışlardır. Son kuşak şairleri yazamadık; çünkü onları tanımıyoruz.
Bu şairlerin, bir veya birkaç şiirleri çok sevilmiş, okunmuş, dinlenmiş ve kendileriyle özdeş olmuştur. Şair söylendiğinde şiiri hatırlanmış, şiir okunduğunda şairi bilinmiştir.
Yukarıdakilerden biri var ki, durumu hepsinden özeldir. Bizim kuşak, bu şairi 27 Mayıs’tan önce sadece duymuş ve hakkında olan biteni dinlemiştir. Ama şiirlerini bundan sonra okuyabilmiştir. Anlaşılmış olacağı üzere, Nazım Hikmet’i anmaktayız. Nazım Hikmet, bizde edebî olmaktan çok siyasi kişiliğiyle tanınmıştır. Geniş bir halk kesimine göre o, her şeyden önce bir komünisttir. Öte yandan iyi de bir şairmiş, ne gam!.. Nazım, komünist olduğundan, ayrıca da vatan haini sayılmıştır. Ancak, en iyi hakem zamanmış. Nitekim, zaman Nazım’ı vatan hainliğinden aklamıştır. Gün gelmiş, Türkçülüğün siyasal lideri Türkeş, Nazım’dan şiir okumuştur. Bize göre, doğru da yapmıştır. Çünkü, Nazım komünist olmuş ve hatta komünist ölmüştür ama, vatan haini olmamıştır!
Durduk yerde, bu konuya nereden mi girdik? İbrahim Sadri yüzünden! Kendisi, sağcı kesime mensup olup, bir bakıma oranın da sözcüsüdür. Onu, sırf bu yanıyla sevmeyenler olabilecektir. Biz ise şurada andığımız işine bakıyor, bunu yazıyoruz.
İbrahim Sadri’yi birkaç yıl önce TV’de tanıdık. Ne yaptığı bir yana ses tonu pek güzeldi. Şimdi kendine uyanı bulmuş, şiir okuyor. İyi de yapıyor. Kaset doldurmuş. Adına müzik denilen o dünya kadar zırvayı geriye itip başa geçmiş. Ne kadar iyi! Ne kadar güzel! Kim bilir, şiir belki de böyle geri dönüp gelecektir. Gençlerin şiiri tanıyıp sevmeleri belki de böyle mümkün olacaktır. İbrahim Sadri, belki de hiç düşünmeden hayırlı bir işe başlangıç yapacaktır.
Bizim edebiyatla hiçbir zaman yakınlığımız olmamıştır. Roman okumamış, öykü okumamışızdır. Yalnız şiiri sevmiş, çok seçici olarak da okumuş veya dinlemişizdir.
Bir zaman şiir vardı, diye başladık. Şiir geriye döndü diye de bağlamak isterdik. Evet, şiir acaba geriye mi döndü!?
Mete Esin