Kara Mecit ile Abdullah Oğlu Mustafa...
Onlar, I. Cihan Harbi’nde aynı köyden, hatta bir anlamda aynı evden çıkmış iki şehit idiler. Enişte Kara Mecit Çanakkale’de, kayınço Mustafa ise Filistin’de şehit düşmüşlerdi.
Mustafa, Ömer Paşa oğullarından Abdullah Efendi’nin dördüncü çocuğuydu. İlk üçü kız olduğu için, hiç olmazsa bir oğlu olması için gece gündüz Allah’a yalvarıyor, dua ediyordu Abdullah Efendi. Hatta bunun için köyün yakınındaki "Çam Dede" türbesinde kurban bile kesmiş, Ayşe ve Zeliha’dan sonra doğan üçüncü kızının adını ise sırf bu yüzden Satı vermişti. Açıkçası, sırf oğlu olması için, kızlarından birisini Allah yolunda satılığa çıkarmayı, yani kurban etmeyi bile aklına koymuş, bunun için üçüncü kızının adını Satı vermişti. Yörede; Satı, Döne, Döndü ve Dönüş gibi kız isimleri,
ailenin artık oğlan istediğinin bir işaretiydi çünkü. Sonuçta Allah dualarını kabul etmiş ve nur topu gibi bir oğlan vermişti ona. Abdullah Efendi ve eşi Afife Hatun, buna çok sevinmişler ve oğullarına sevgili peygamberlerinin adı olan Mustafa ismini uygun görmüşlerdi.
ailenin artık oğlan istediğinin bir işaretiydi çünkü. Sonuçta Allah dualarını kabul etmiş ve nur topu gibi bir oğlan vermişti ona. Abdullah Efendi ve eşi Afife Hatun, buna çok sevinmişler ve oğullarına sevgili peygamberlerinin adı olan Mustafa ismini uygun görmüşlerdi.
Sene 1915 veya 1916 idi. Çanakkale’den çok acı haberler geliyordu. Gelen haberlere göre; tam yedi düvel, olanca güçleriyle Çanakkale’ye yüklenmişler, ha bire saldırıyorlardı. Savaş, Türk gençlerini tıpkı bir arpa değirmeni gibi öğütüp duruyordu. Dereler oluk oluk kan akıyor, derelerden akan kanlar, sahilleri kırmızıya boyuyordu. Denizde başarısız olan düşman, bu sefer karadan yükleniyordu. Karadan ve denizden atılan top mermileri ve karşısındaki hedefleri buğday biçer gibi biçen makineli tüfekler ve mitralyözler bir yana, ten renkleri hiç de bize benzemeyen, yarı insan yarı canavar görüntüsündeki bazı yaratıklar, elerindeki baltalarla ve acımasızca saldırıyorlardı bizim askerlere.
Buna can mı dayanırdı? Ancak dayanmak gerekiyordu. Zira eğer dayanamazsak, düşmanın payitahta, yani İstanbul’a gelmesi işten bile değildi. Bu sebeple Türk askeri canı pahasına da olsa direniyor ve kahramanlık üstüne kahramanlıklar yaratıyordu. Çanakkale’de düşmanların bile gıpta edeceği yeni destanlar yazıyordu. Hem de kanıyla ve canıyla yazıyordu Mehmetçikler bu destanları.
Yine gelen haberlere göre; köyden asker olarak Çanakkale cephesine gönderilenlerin hiçbirisi sağ kalmamıştı. Abdullah Efendi’nin kızı Satı’nın kocası Mecit de şehit düşenler arasındaydı. Bu sebeple “Hey gidinin Kara Mecit’i hey! Dağ gibi adam şehit oldu demek ha!” diyerek iç geçiriyordu köylüler.
R.1317 doğumlu olan Mustafa, belki de 15 yaşını henüz bitirmiş, 16’ya gidiyordu. Küçük yaşına rağmen namlı bir yiğit olmuş, çevre köylerde bile adı duyulmaya başlamıştı. Çok cesurdu. Gözünü budaktan esirgemiyordu. Sportmen bir yanı vardı. Zıplayınca, köyün en uzun boylu erkeğinin üstünden bile geçiyordu. Yakışıklı idi ve köyün kızları, onunla evlenmek için âdeta can atıyor, el atından haber yolluyorlardı. Mustafa ise köyün en güzel kızı Halime’yi seviyordu. Hatta evin tek oğlu olmakla birazcık şımarık bir delikanlı olduğu için, Halime’yi sevdiğini anasına da söylemiş, anası da babası Abdullah Efendi’yi olaydan haberdar etmişti. Abdullah Efendi, bundan ziyadesiyle memnun olmuştu. Çünkü Halime’yi o da beğeniyor ve öteden beri hep gelin yapmayı düşlüyordu. Çünkü Abdullah Efendi, belki de oğlu Mustafa’nın Halime’ye olan sevgisinden daha büyük bir sevgi ile seviyordu oğlunu. Ne de olsa o, nice dualar ve yakarışlardan ve “Çam Dede”de kesilen nice kurbanlardan sonra doğmuştu. Bu yüzden de gözünün nuruydu biricik oğlu. Ancak Mustafa ele avuca sığmaz bir delikanlı olmuştu.
Abdullah Efendi, bu ele avuca sığmaz delikanlıyı Halime sayesinde belki de daha kolay eve bağlayacağını düşündüğü için hiç vakit geçirmek istememişti. Çok geçmeden dünürcüler yollanmış ve Mustafa ile Halime, henüz çocuk yaşta iken evlendirilmişler, tam dokuz ay on gün sonra da bir oğulları doğmuştu. Abdullah Efendi, oğluna isim olarak Sevgili Peygamberimizin adı olan Mustafa’yı verdiği gibi, küçük torununa da Bekir ismini, yani Hz. Peygamber’in en sadık dostu ve arkadaşı olan sahabenin adını uygun gördü: Bekir!
Yani Ebû Bekir Es-Sıddık’tan mütevellit Bekir ismini…
Mustafa Efendi’den sonra Abdullah Efendi’nin iki kızı daha olmuştu. Onların ismini de Hamide ve Huri koymuşlardı. Abdullah Efendi, oğlu Mustafa’dan sonra doğan ilk kızına Hamide ismini vermekle belki de kendisine Mustafa’yı bahşettiği için Allah’a hamd etmek istemişti. İlk üç kızından Ayşe, aynı köyde yaşayan Kör Yakup lakabıyla tanınan Ömer Oğlu Yakup’la, Satı ise yine aynı köyden Kara Mecit lakabıyla bilinen İsmail Oğlu Mecit’le evlenmişler, Zeliha ise genç yaşında henüz bekâr kız iken vefat etmişti.
Eniştesi Kara Mecit’in, Çanakkale’de şehit olduğu haberi geldiğinden beri ablası Satı, yetim kalan oğlu Muttalip ile birlikte Mustafalara taşınmış, onlarla birlikte oturuyordu. Aralarında bir yaş fark olan kız kardeşleri Hamide ve Huri ise henüz küçüktüler. İki gözlü ve toprak damlı küçücük evde tam 9 kişi yaşıyorlardı: Abdullah Efendi, eşi Afife, oğlu Mustafa, kızları Hamide ve Huri, gelini Halime yeni doğan torunu Bekir. Bunlar yetmiyormuş gibi; damadı Kara Mecit’in Çanakkale’de şehit düşmesinden sonra kızı Satı ile Çanakkale şehidi olan damadından hediye ve yetim kalan torunu Muttalip de onlara sığınmışlardı.
Bu hâliyle Abdullah Efendi’nin evinin Hz. Peygamber’in dedesi Abdulmuttalip’in Mekke’deki evinden veya Hz. Peygamber’in Medine’deki evinden hiçbir farkı yoktu. Muttalip, Abdullah, Mustafa, Bekir, Ayşe, Halime ne ararsanız vardı evde. Üstelik bir süre sonra aralarına bir de Osman karışacaktı. Nedense sadece bir Ali yoktu evde!(1)
***
Yıl galiba 1916-1917 idi. Cihan Harbi, bütün cephelerde olanca hızıyla devam ediyor, askere almalar yine yoğun şekilde sürüyordu. Zaptiyeler nerede eli silah tutacak birisine rastlasalar, kolundan tuttukları gibi cepheye sallıyorlardı. O sene Mustafaların köyüne de yol uğrattı zaptiyeler. Henüz 17 yaşına yeni basmış Mustafa’yı ve komşularının oğlu Bilal’i yakalayıp silahaltına alınmak üzere direk Tosya askerlik şubesine gönderdiler. Birkaç gün sonra Bilal geri döndü ama Mustafa bir daha hiç dönmedi/dönemedi!
Çünkü askerlik şubesinde yapılan kontrollerde son derece çelimsiz bir vücuda sahip olan Bilal, askerliğe elverişli bulunmayarak ve daha sonraki celplerde askere alınmak üzere geri gönderildiği hâlde, henüz 17 yaşında olmakla birlikte oldukça gösterişli bir vücuda sahip Mustafa direk silahaltına alınmıştı. Tahmin edileceği gibi; savaş yaşa değil, kuvvete bakıyordu…
Ailenin “Oğlumuzun yaşı daha küçüktür” diyerek ikna çabalarına karşı zaptiyelere hiçbir söz geçmemişti. Hatta aile, “Oğlumuzu hangi cepheye göndereceksiniz?” diye bile soramamıştı zaptiyelere. Çünkü o kargaşada birkaç dipçik darbesinin inip çıktığı, yaşlı Abdullah Efendi’nin, almış olduğu dipçik darbeleriyle kapının oraya yuvarlandığı da görülmüştü. Zaptiyeler eşliğinde köyden çıkarken, sanki bir daha hiç dönemeyeceğini hissetmiş gibi oğluna sarılıp ağlayan anası Afife biricik oğlunun kulağına şöyle fısıldamıştı:
-“Oğlum, haberin olsun. Bir yolcumuz daha var. Halime'miz yüklüdür. Bekir’imize bir kardeş daha geliyor…”
Mustafa’nın cevabı ve canı gibi sevdiği anasına son sözleri şunlar olmuştu:
-“Anam, güzel anam, hakkını helal et. Gidip de dönmemek, dönüp de görmemek var. Halime'm ve yavrularım babama ve sana emanettir. Onlara iyi bakın. Ayrıca Mecit Enişte'min bize emaneti olan Ecim (Ablam) Satı’ya ve oğlu Muttalip’e de iyi sahip çıkın. Onları kimseye ezdirmeyin. Onlar bize Çanakkale’den hediyedir! Eğer fırsat bulursam name yollar durumumu bildiririm.”
Sonra ana oğul ağlaşarak ayrıldılar birbirinden. Ayrılış, o ayrılış! Bir daha hiç görüşemediler. Sadece muhtemelen 6 ay sonra bir mektup geldi Mustafa’dan. Mektubunda şöyle diyordu anasına;
-“Anam, şu anda Filistin’deyim. Beni bu cepheye gönderdiler. Geçenlerde Kudüs’te Mescid-i Aksa’ya yolumuz düştü. Orada iki rekât namaz kıldım ve senin için de dua ettim. Hem senin için dua ettim hem de vatanımızın bir an önce kurtuluşa ermesi için. Selam eder ellerinden öperim. Babama, selam eder ellerinden öperim. Bacılarımın, eşim Halime’nin hâl ve hatırlarını da sorar sual ederim. Çanakkale’den bize emanet kalan yeğenim Muttalip’in ve oğlum Bekir’in gözlerinden öperim. Yolcumuz geldi ise onun da gözlerinden öperim. Sizleri çok özledim. Allah’a emanet olun, anam!”
Bu mektup, Mustafa’dan gelen ilk ve son mektuptu. Anası ve babası, biricik oğullarından bir daha haber alamadılar. Gelen yolcudan, küçük Osman’dan bir haber veremediler oğullarına. Abdullah Efendi’nin gücü kadere karşı koyamadı. Onun gücü sadece gelen küçük yolcuya Osman adını vermekle sınırlı kaldı. Mustafa ve Bekir’den sonra bir de Osmanları olmuştu ama en sevgilileri Mustafa yoktu artık. Muhammed Mustafa’nın Miraç mucizesi sebebiyle semalara huruç eyleyip gözlerden kaybolduğu topraklarda, ikinci bir Mustafa, yani oğlu Mustafa’da âdeta çöllere gömülüp gözlerden kaybolmuştu!
Mustafa’yı bir daha hiç gören, duyan ve kendisinden bir haber getiren olmamıştı: Mustafa, İngiliz topçu ateşiyle mi öldü, mitralyöz kurşunlarına mı hedef oldu? Kum fırtınasına yakalanıp kumlara mı gömüldü, yemiş olduğu çekirge salatası sebebiyle iskorpite mi yenik düştü? Yoksa susuzluğunu gidermek için çölde ölmüş devenin kaburga kemikleri arasında biriken kirli suyu içtiği için dizanteriye mi yakalandı? Tüm bunlardan kurtulsa bile Arap cenbiyeleriyle bağırsakları deşilerek mi can verdi? Hiç kimse bir haber getirmemişti…
Bu sebeple hem de yıllarca bekleyip durdular Mustafa’yı. Ancak Mustafa bir daha hiç dönmedi. Ne geri dönebildi, ne de bir haber geldi kendisinden. Onu henüz çocuk denebilecek yaşta zorla askere alan Devlet Baba ise hiç kılını kıpırdatmadı bu konuda. Sadece yıllar sonra, Köy İhtiyar Heyeti’nin vermiş olduğu bilgilere dayanarak Çankırı Askerlik Şubesi’nde bulunan resmî kayıtlarda 1315-1317 doğumluların kayıtlı bulunduğu deftere şu kaydı düştü Devlet Baba:
“Ömer Paşa oğullarından Abdullah oğlu Mustafa, 1317 doğumlu olup, umumi seferberlikte asker edilmiş ve hayatı mematı meçhul bulunduğu Heyet-i İhtiyariye’nin Teşrinievvel 1338 tarihli mazbatasında bildirilmiştir. 15.10.1938. Merkumun (adı geçenin) emsalinden evvel seferberlik içerisinde şahsen asker edilip Tosya askerlik şubesince sevk olunarak elyevm hayat ve mematı meçhul bulunduğu Karye Heyet-i İhtiyariye mazbatasından ve jandarma derkenarından anlaşılmakla şerhtir.25 Şubat 1926.”(2)
***
Falih Rıfkı Atay, ünlü eseri Zeytindağı’nda Mustafa’yı ve onun gibileri bakın nasıl anlatıyor:
“Tren giderken iki tarafımızda Suriye ve Lübnan’ı sanki safra gibi boşaltıyoruz. Yarın kendimizi Anadolu köylerinin arasında Kudüssüz, Şamsız, Lübnansız, Beyrutsuz ve Halepsiz, öz can ve öz ocak kaygısına boğulmuş, öyle perişan bulacağız... Anadolu hepimize hınç, şüphe ve güvensizlikle bakıyor. Yüz binlerce çocuğunu memesinden sökerek alıp götürdüğümüz bu anaya, şimdi kendimizi ve pişmanlığımızı getiriyoruz. İstasyonda bir kadın durmuş, gelene geçene;
- "Benim Ahmed’i gördünüz mü?" diyor.
Hangi Ahmed’i? Yüz bin Ahmed’in hangisini?
Yırtık basmasının altından kolunu çıkararak, trenin gideceği yolun, İstanbul yolunun aksini gösteriyor:
- Bu tarafa gitmişti, diyor.
O tarafa? Aden’e mi, Medine’ye mi, Kanal’a mı, Sarıkamış’a mı, Bağdat’a mı?
Ahmed’ini buz mu, kum mu, su mu, iskorpit yarası mı, tifüs biti mi yedi? Eğer hepsinden kurtulmuşsa, Ahmed’ini görsen, ona da soracaksın;
- Ahmed’i mi gördün mü?
Hayır... Hiçbirimiz Ahmed’ini görmedik. Fakat Ahmed’in her şeyi gördü. Allah’ın Muhammed’e bile anlatamadığı cehennemi gördü!
Şimdi Anadolu’ya, batıdan, doğudan, sağdan, soldan bütün rüzgârlar bozgun haykırışarak esiyor. Anadolu, demiryoluna, şoseye, han ve çeşme başlarına inip çömelmiş; oğlunu arıyor. Vagonlar, arabalar, kamyonlar, hepsi; ondan, Anadolu’dan utanır gibi, hepsi İstanbul’a doğru, perdelerini kapamış, gizli ve çabuk geçiyor. Anadolu Ahmed’ini soruyor. Ahmed, o daha dün bir kurşun istifinden daha ucuzlaşan Ahmed, şimdi onun pahasını kanadını kısmış, tırnaklarını büzmüş, bize dimdik bakan ana kartalın gözlerinde okuyoruz.
Ahmed’i ne için harcadığımızı bir söyleyebilsek, onunla ne kazandığımızı bir anaya anlatabilsek, onu övündürecek bir haber verebilsek...
Fakat biz Ahmet’i kumarda kaybettik!”(3)
Bu vesileyle ve Çanakkale Zaferi’nin 96. yıl dönümü sebebiyle başta Birinci Dünya Savaşı’nda ölenler olmak üzere; bütün şehitlerimize Allah’tan sonsuz rahmetler diliyorum. Ruhları için El-Fatiha.
Ömer Sağlam
______________
1 - Hikâyede adı geçen Abdullah Efendi büyük dedem, Mustafa dedem, Osman ise babamdır. Büyük dedelerimin, çocuklarına isim verirken bilinçli davranıp davranmadıklarından emin değilim. Ancak bilindiği gibi Abdulmuttalip, Hz. Peygamber’in dedesinin adı, Abdullah ise babasının adıdır. Ayrıca Hz. Peygamber’in birkaç adından birisi de Mustafa’dır. Ebu Bekir, en yakın arkadaşının, Halime sütannesinin, Ayşe eşinin, Osman ise damadı ve III. İslam Halifesi’nin adıdır. Hikâyeden de anlaşılacağı üzere; bu isimlerin hepsi bizim ailede mevcuttur. Nedense (belki de doğan çocuklara büyüklerin isminin verilmesi geleneğine uygun olarak) bizim ailede Ali ismi bulunmamaktadır. Oysa şahsen ben, merhum babamdan Hz. Ali’nin cenklerini dinleyerek büyümüş bir çocuk olarak, eğer oğlum olsaydı ona İslam’ın bu büyük kahramanının adını vermekte hiçbir tereddüt yaşamazdım.
2 - Dedem Mustafa Efendi’nin akıbeti hakkında resmî kayıtlarda herhangi bir bilgi bulunmamaktadır. Bununla birlikte, daha sonra yakın köylerden birisine mensup olan ve dedemle aynı cephede savaştıktan sonra geri dönme şansı yakalayan bir vatandaşın vermiş olduğu bilgilere göre; dedem, Filistin Cephesi’nde (Muhtemelen Gazze Muharebeleri veya Kanal Harekâtı sırasında) İngiliz toplarından sıçrayan bir şarapnel parçasıyla belinden ikiye bölünmek suretiyle şehit düşmüştür.
3 - Falih Rıfkı Atay, Zeytindağı, MEB, Ankara, 2001, s.113-14.