Libya krizi münasebetiyle Türk kamuoyu bu ülkeden yapılan tahliyelere odaklanmış bulunmaktadır. Yazılı ve görsel medya, Libya’dan yapılan tahliyeler üzerinden ha bire AKP Hükûmeti'ni cilalamakla ve pohpohlamakla meşguldür. Neymiş efendim; Türkiye tarihinin en büyük tahliye operasyonuna imza atıyormuş. İçlerinde ABD’nin de bulunduğu yirminin üzerinde ülke, kendi vatandaşlarının tahliyesi konusunda Türkiye’den yardım istemişmiş falan filan...
Amaç, yabancı bir ülkedeki vatandaşlarımızın can güvenliğini sağlamak ise evet bu konudaki çalışmaları küçümsemek niyetinde değiliz. En azından şimdiye kadar 10 bin civarındaki (1) vatandaşımızı Türkiye’ye getirmiş durumdayız. Ancak, bu tahliyeyi asrın ya da tarihin en büyük tahliye çalışması olarak nitelemek, insaf ölçüleriyle bağdaşmamaktadır ve bu, düpedüz AKP propagandası yapmaktır. Keşke, AKP Hükûmeti, bu tahliyeyi yaparak başarı göstereceğine, 25.000 Türk’ün güvenliğini bulundukları yerde ve işlerinin başında sağlama başarısı gösterebilseydi. Libya’daki ayaklanmanın en başta oradaki Türklere yönelmesi ve Libya lideri Kaddafi’nin oğlu Seyfülislam Kaddafi’nin “Libya Türklere ve İtalyanlara bırakılmayacaktır” diyerek Türklere karşı olan tarihî Arap kinini tekrar kusması
enteresan olmuştur.
Anlaşılıyor ki; AKP Hükûmeti henüz, Arap-Türk kardeşliğini ya da dostluğunu yeterince tesis etme başarısı gösterememiştir. Bu ülkelerle olan ilişkilerimiz hala pamuk ipliğine bağlıdır ve Araplar, Türklerin en büyük can düşmanlarından birisidir. Başları sıkıştığında veya canları çektiğinde ülkelerinde bulunan masum Türk vatandaşlarının canlarına ve mallarına kast etmeleri bundandır. Bu sebeple, Libya’dan yapılan tahliyeler, “Türk tarihinin en büyük tahliye çalışması” şeklinde bir başarı öyküsü şeklinde sunularak geçiştirilemez. Üstelik bu tahliyenin, Türk tarihinin en büyük tahliye çalışması olduğu iddiası da doğru değildir. Çok eskilere gitmeye gerek yoktur; Türkiye, daha dün denilebilecek bir tarihte, 1975 yılında Kıbrıs’ta bulunan 60.000 vatandaşını iki hafta içinde tahliye etmiş bir ülkedir. Onur Öymen,“1975 yılında Güney Kıbrıs’ta kalan ve İngiliz üslerine sığınan 60 bin yurttaşımızı iki haftadan az bir sürede tahliye ettik. İngiliz Agrotiri üssünden Adana’ya 10 gün içinde havadan taşıdığımız yurttaşlarımızın sayısı 9391 idi…”diyor. (2)
Dolayısıyla; Hükûmet'in Libya’dan yapmış olduğu tahliyeleri ne küçümseyelim, ne de Hükûmet lehine siyasi propaganda vesilesi yapmak adına üstün bir başarı öyküsüymüş gibi sunalım. Anlaşılan AKP Hükûmeti, 12 Haziran seçimleri için bu tahliyelerden siyasi prim elde etmeye kararlı gözüküyor. AKP’li İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne ait olup, genelde iç denizlerde şehir hatları vapuru olarak kullanılan sözüm ona iki adet hızlı feribotun, apar topar Libya’ya gönderilmesi bu sebepledir. Feribotlar, iç sular için dizayn edildiklerinden, Akdeniz gibi açık denize çıktıklarında zor anlar yaşamışlardır.
Amaç, yabancı bir ülkedeki vatandaşlarımızın can güvenliğini sağlamak ise evet bu konudaki çalışmaları küçümsemek niyetinde değiliz. En azından şimdiye kadar 10 bin civarındaki (1) vatandaşımızı Türkiye’ye getirmiş durumdayız. Ancak, bu tahliyeyi asrın ya da tarihin en büyük tahliye çalışması olarak nitelemek, insaf ölçüleriyle bağdaşmamaktadır ve bu, düpedüz AKP propagandası yapmaktır. Keşke, AKP Hükûmeti, bu tahliyeyi yaparak başarı göstereceğine, 25.000 Türk’ün güvenliğini bulundukları yerde ve işlerinin başında sağlama başarısı gösterebilseydi. Libya’daki ayaklanmanın en başta oradaki Türklere yönelmesi ve Libya lideri Kaddafi’nin oğlu Seyfülislam Kaddafi’nin “Libya Türklere ve İtalyanlara bırakılmayacaktır” diyerek Türklere karşı olan tarihî Arap kinini tekrar kusması
enteresan olmuştur.
Anlaşılıyor ki; AKP Hükûmeti henüz, Arap-Türk kardeşliğini ya da dostluğunu yeterince tesis etme başarısı gösterememiştir. Bu ülkelerle olan ilişkilerimiz hala pamuk ipliğine bağlıdır ve Araplar, Türklerin en büyük can düşmanlarından birisidir. Başları sıkıştığında veya canları çektiğinde ülkelerinde bulunan masum Türk vatandaşlarının canlarına ve mallarına kast etmeleri bundandır. Bu sebeple, Libya’dan yapılan tahliyeler, “Türk tarihinin en büyük tahliye çalışması” şeklinde bir başarı öyküsü şeklinde sunularak geçiştirilemez. Üstelik bu tahliyenin, Türk tarihinin en büyük tahliye çalışması olduğu iddiası da doğru değildir. Çok eskilere gitmeye gerek yoktur; Türkiye, daha dün denilebilecek bir tarihte, 1975 yılında Kıbrıs’ta bulunan 60.000 vatandaşını iki hafta içinde tahliye etmiş bir ülkedir. Onur Öymen,“1975 yılında Güney Kıbrıs’ta kalan ve İngiliz üslerine sığınan 60 bin yurttaşımızı iki haftadan az bir sürede tahliye ettik. İngiliz Agrotiri üssünden Adana’ya 10 gün içinde havadan taşıdığımız yurttaşlarımızın sayısı 9391 idi…”diyor. (2)
Dolayısıyla; Hükûmet'in Libya’dan yapmış olduğu tahliyeleri ne küçümseyelim, ne de Hükûmet lehine siyasi propaganda vesilesi yapmak adına üstün bir başarı öyküsüymüş gibi sunalım. Anlaşılan AKP Hükûmeti, 12 Haziran seçimleri için bu tahliyelerden siyasi prim elde etmeye kararlı gözüküyor. AKP’li İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne ait olup, genelde iç denizlerde şehir hatları vapuru olarak kullanılan sözüm ona iki adet hızlı feribotun, apar topar Libya’ya gönderilmesi bu sebepledir. Feribotlar, iç sular için dizayn edildiklerinden, Akdeniz gibi açık denize çıktıklarında zor anlar yaşamışlardır.
Anlaşılıyor ki; bu gemiler en küçük bir fırtınada alabora olma tehlikesi yaşadılar ve ikinci kez Libya’ya gitmek için Girit civarındaki kötü hava koşullarının düzelmesini bekliyorlar. Yine anlaşılıyor ki; Türkiye’nin elinde açık deniz koşullarına uygun bir yolcu gemisi bile yok! Ya da var da, sırf propaganda malzemesi yapmak için İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin şehir hatları vapurları tercih edilmiş! Yandaş medyanın, Orhangazi ve Osmangazi feribotlarının gövdesinde bulunan “İstanbul Büyükşehir Belediyesi” yazılarını gözümüzün içine sokarcasına sık sık ekranlara getirmesi bu yüzden olmalıdır. Elbette Hükûmet'in iki bakanının Marmaris’te boy göstermeleri de büyük ölçüde aynı amaca hizmet etmektedir.
Akdeniz suları denildiği gibi tehlikeli midir bilmiyoruz. En azından tahliyelerde kullanılan iki adet feribot için tehlike arz ettiği ortadadır. Ancak Libya’daki 7 Türk’ün, uyduruk bir tekne ile Akdeniz’i aşarak Türkiye’ye ulaşmış olmaları, bu konuda yine de bazı şüphelerin oluşmasına sebep olmaktadır.
Bana kalırsa Libya’daki olaylar sebebiyle girişilen Tahliye çalışmaları konusunda en azından şu soruların cevaplandırılarak bu konudaki şüphelerin bir an önce giderilmesi gerekmektedir:
- Libya’daki olaylarda Türkler gerçekten hedef alınmış mıdır?
- Eğer alındılarsa bunun nedeni nedir?
- Libya’da hedef alınan yabancılar, sadece Türkler midir?
- Diğer ülke vatandaşları da hedef alındıysa, bu ülkeler çok daha az sayıdaki vatandaşlarının tahliyesinde acele etmezken Türkiye neden apar topar ortalığı ayağa kaldırmıştır?
- Bu tahliyelerin 12 Haziran seçimleriyle bir ilişkisi var mıdır? Örneğin bu konuda ilave oy beklentisi var mıdır?
- Libya’daki ayaklanma sebebiyle Türk inşaat firmaları ne kadar zarara uğramıştır ve bu zararlar nasıl tazmin edilecektir?
- Türkiye’nin elinde açık denizlere uygun yolcu gemileri yok mudur? Tahliyeler için neden İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Hatları vapurları tercih edilmiştir?
Kaddafi Megaloman mı Yoksa Düpedüz Bir Manyak mı?
Eski Başbakanlardan Sayın Necmettin Erbakan malum; hastalıkla boğuşuyor. Kendisine Allah’tan acil şifalar diliyoruz. Birkaç gün önce Ankara Güven Hastanesi’nin hasta koğuşunda kurmaylarıyla görüştüğüne ilişkin haber ve görüntüler vardı gazete sayfalarında. 90 yaşına merdiven dayamakla birlikte siyasi hırsından hiçbir şey kaybetmeyen Erbakan, bir katakulli ile öğrencisi Numan Kurtulmuş’u koltuğundan indirdi ve çıkıp yerine kuruldu. Kurulmasına kuruldu ama bu sefer şansı yaver gitmedi Erbakan’ın. Zaten yaşlı olan ve kayıp trilyon davasıyla sağlığı büsbütün bozulan Erbakan’ın bir ayağı sürekli hastanededir. Bu yüzden de partisinin seçim startını bile hastane odasından vermek zorunda kaldı. Anlayacağınız, bir zamanlar Bülent Ecevit’in yaptığı gibi, partisini ve ülkeyi hastane odasından yönetmeye aday bir Erbakan var karşımızda. Allah tekrar acil şifalar versin kendisine.
Erbakan’ın bu hasta halini ve Muammer Kaddafi’nin acıklı halini görünce ister istemez 1996 yılına geri döndüm. Hani şu Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Necmettin Erbakan’ın, Mustafa Kemal Atatürk’ün ve Türkiye Cumhuriyeti’nin, Libya’da, bir sahra çadırında Muammer Kaddafi tarafından hakaret edilip aşağılandığı tarihe.
Hatırlayın hele; bütün ikazlara ve karşı çıkmalara rağmen Sayın Erbakan Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı sıfatıyla 1996 yılında Libya’ya resmî ziyarette bulunmuş, ancak Kaddafi tarafından kendisine belki de hiç ummadığı şekilde bir karşılama töreni yapılmıştı. Kendisini “İslam Orduları Başkumandanı”, konuğu Erbakan’ı da “Yardımcısı” olarak tanıtan Muammer Kaddafi, ağzını açıp gözünü yumduktan sonra Erbakan’a, Atatürk’e ve Türkiye’ye demediğini bırakmamıştır. Bana kalırsa, Türkiye Cumhuriyeti açısından Libya’da bugün yaşananlarla, 1996 yılında yaşananlar arasında anlam ve hedef itibarıyla hiçbir fark yoktur. Elbette Erbakan’ın uğradığı hakaretle Erdoğan’ın maruz kaldığı hakaret arasında da. Libya’daki işyerleri yakılıp yıkıldıktan, malları ellerinden zorla alınıp yağmalandıktan sonra, canlarına kastedilerek Libya’yı terke zorlanan 25.000 Türk Vatandaşı’nın uğramış olduğu hakaret az şey midir sanıyorsunuz? Erkek, kadın, sabi-sübyan, binlerce Türk vatandaşının, öldürülme korkusuyla liman ve havaalanlarına yakın bölgelerde toplanıp, yağmur-yağış altında aç açık bir şekilde günlerce kurtarılmayı beklemeleri, katlanılacak cinsten bir hakaret midir Allah aşkına? Bu hakaret, başta Hükûmet olmak üzere bütün kurum ve kuruluşlarıyla düpedüz Türkiye Cumhuriyeti’ni hedef almıştır. Bunun böyle bilinmesinde fayda vardır. Tahliyeler; iyi güzel de işin perde arkasını da biraz aralamakta sizce de fayda yok mudur?
Bu bakımdan Sayın Başbakan’ın ve Hükûmet'inin, almış olduğu ödül dahil olmak üzere; Türkiye ile Libya ilişkilerini yeniden sorgulaması, başta Libya olmak üzere; Arap ülkeleriyle olan ilişkileri “din kardeşliği” gibi, yapay temellere dayandırmak yerine, uluslararası hukukun koruyuculuğu altında olan anlaşmalara dayandırması kaçınılmazdır. Unutulmasın ki; 24 Kasım 2009 günü ülkesine resmî ziyarette bulunan Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’a en üst seviye devlet protokolü uygulayan, onuruna çöl ateşi yaktırıp sahra çadırında ağırlayan Libya Lideri Muammer Kaddafi ile bu tarihten sadece 13 yıl önce aynı çadırda Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Necmettin Erbakan’ı azarlayıp Türkiye’ye hakaretler yağdıran Kaddafi, ayrıca bugün ülkesindeki 25.000 dolayındaki Türk vatandaşını sille tokat ülkesinden kovduran Kaddafi aynı Kaddafi’dir. Türkiye büyük bir devlettir ve büyük devletler, yabancı ülkelerle olan ilişkilerini, Kaddafi örneğinde olduğu gibi, “delidir ne yapsa yeridir” türü adamların halüsinasyonlar eşliğinde verdikleri kararlara göre belirlemezler.
Muammer Kaddafi, ne megaloman, ne de diktatördür. Bence Muammer Kaddafi tam bir manyaktır. Hem de Roma İmparatoru Neron’dan daha ileri seviyede. Baksanıza, halkını, büsbütün aç bırakmakla, Libya’yı yakıp yıkmakla ve petrol kuyuları ile petrol boru hatlarını havaya uçurmakla bile tehdit edebiliyor. Neron, sadece başkent Roma’yı ateşe vermekle yetinerek halkına ve ülkesine insaflı davranmıştı. Kaddafi ise sadece başkentini değil, bütün Libya’yı ateşe verip tarumar etmekle tehdit ediyor. Bunun despotlukla diktatörlükle ve megalomanlıkla alakası yoktur. Bence bu, tam bir psikopatlık ve ileri derecede manyaklıktır. Anlaşılan Kaddafi ailesinin Libya’ya olan aşkları, “Ya benimsin ya da kara toprağın” türünden hastalıklı bir aşktır. Yani Kara sevda. Siz bakmayın oğul Seyfülislam Kaddafi’nin“bizim için üç seçenek vardır. Üçü de burada ölmektir” şeklindeki vatanperverlik gösterilerine. Pek yakında ailenin bütün fertleri, pır pır uçacaklardır Libya’dan. Onlardaki cesaretin, Saddam Hüseyin’in oğulları Uday ve Kusay’dakinden bile az olduğunu düşünüyorum ben.
Arap Milliyetçisi Kaddafi’nin Çadırı ve Süt Devesi
Muammer Kaddafi’nin en belirgin özelliği, Arap kültürüne sıkı sıkıya bağlı olması, yani bir anlamda aşırı Arap Milliyetçisi olmasıdır. Onun bu hususiyeti, “Çadır” kelimesinde somutlaşmış durumdadır. Bilindiği gibi Muammer Kaddafi, ülkesine gelen konuklarını mutlaka sahraya kurdurmuş olduğu Bedevi Çadırı’nda ağırlamakta, resmî görüşmelerini bu çadırda gerçekleştirmektedir. Hatta Kaddafi bu işi o derece abartmıştır ki; bedevi çadırını gittiği yabancı ülkelere de götürmekte ve bu çadırı gittiği ülkenin başkentindeki en meşhur meydana kurdurmakta ve resmî görüşmelerini bu çadırda yapmaktadır. Roma, Paris, Brüksel, Londra ve Moskova hiç fark etmiyor onun için. Kurduruyor çadırını şehrin meydanına, sonra gelsin o ülkenin devlet ya da Hükûmet başkanları. Kaddafi, bu durumu kendisi için bir şeref, bir üstünlük ve büyüklük olarak kabul ediyor. Böylece konuklarının ayağına gitmemiş, bir anlamda onları kendi ayağına getirmiş oluyor! Tıpkı Suudi Arabistan Kralı Abdullah’ın, Türkiye ziyaretinde bizim Cumhurbaşkanı ve Başbakan'ı kalmış olduğu otelde kabul etmesi gibi bir şeydir bu.
Bedevi (yani çöl insanı) olarak 1942 yılında bir çadırda dünyaya gözlerini açan Kaddafi, Libya'ya gelen yabancı konuklarını genellikle, 1986 yılında ABD bombardımanında enkaz haline gelen ikametgâhının yanına kurdurduğu dev çadırda kabul ediyor. Kaddafi, 1997 yılında Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy ile görüşmek için gittiği Paris'te bile çadır kurdurmuştu.
2004 yılında birçok Avrupa ülkesini kapsayan resmi gezisinde benzer davranışlar sergileyen ve AB’nin başkenti Brüksel’de bile Bedevi Çadırı kurduran ve AB temsilcileriyle yapmış olduğu görüşmeleri bu çadırda gerçekleştiren Muammer Kaddafi, bu konudaki en ilginç davranışını, 2007 yılı içinde Etiyopya'nın Başkenti Addis Ababa'da sergilemiştir. Zira Muammer Kaddafi, "Afrika Birliği 8’inci Zirvesi için gittiği Addis Ababa’da, beş yıldızlı Sheraton Oteli’nin bahçesine Bedevi Çadırı kurdurmakla kalmamış, bu sefer taze süt için götürdüğü devesini de bu çadırın önüne bağlatarak iyi bir şov yapmıştır. Konuya ilişkin haberde ayrıca şöyle deniliyordu:
“Libya lideri çadırda kalırken, heyet ve koruma ordusu beş yıldızlı otelde kat kapattı. Kaddafi'nin çok sayıda koruması, çadırın etrafından adeta etten bir güvenlik duvarı oluşturdu. "Dünya Basını"nın çadırı görüntülemesini önlemek ve yabancıların girişini engellemek için, çadırın bulunduğu alana özel izni olmayan hiç kimse geçirilmedi. Otel müşterileri bile, Kaddafi'nin çadırının bulunduğu bölüme giremedi. Sheraton Oteli'nin bahçesini dolaşmak isteyen otel sakinleri, çadırın bulunduğu bölümde yürüyüşlerini noktalamak zorunda kaldı. Çadırın bulunduğu alana girebilmek için özel iznin yanı sıra ayrıca x ray cihazından da geçmeniz gerekiyor… Kaddafi, 15 yıl aradan sonra, 28 Nisan 2004'de yaptığı ilk Avrupa gezisinde bedevi çadırı ile gündeme oturmuştu. Kaddafi Brüksel'deki ‘Val Duchesse’ Devlet Konukevi'nde kalmak yerine, konukevinin bahçesine büyük bir Bedevi çadırı kurdurmuştu. Çadır, Kaddafi'nin Libya ile iletişimini sağlaması için çanak antenlerle donatılmıştı.”(3)
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın, Kasım/2009 ayının son günlerinde Libya’ya yapmış olduğu resmî ziyarette Libya Diktatörü Muammer Kaddafi’yi Türkiye’ye davet ettiği, onun da bu ziyareti en kısa zamanda gerçekleştirmeyi düşündüğüne ilişkin haberler çıktı Türk Medyası’nda. Kaddafi, ülkesindeki ayaklanmadan sağ salim çıkıp Türkiye’ye gelir mi emin değiliz. Esasen uzun süre iktidarda kalacağını sanmıyoruz. Eğer bir mucize olur ve iktidarda kalmaya devam ederse ve ilişkiler düzelir de Türkiye’ye gelirse süt devesini olmasa bile en azından çadırını da beraberinde getireceği muhakkaktır. Ankara’nın göbeğindeki Kızılay veya Ulus Meydanı ile İstanbul’un Sultanahmet Meydanı’na ya da TBMM’nin önündeki parka veya Çankaya Köşkü’nün bahçesine bedevi çadırını kurdurduğu takdirde Türk halkına iyi bir sirk gösterisi sunacağı beklenmelidir! Hele hele bu çadırın önüne bağlanacak bir süt devesi, bu sirk gösterisine olan ilgiye tavan yaptırtacaktır. Bereket versin, bu ihtimal artık büyük ölçüde ortadan kalkmış gözüküyor. Çünkü Kaddafi artık gidicidir. Yolcudur Abbas, bağlasan durmaz…
Şimdi Muammer Kaddafi’nin bütün bu davranışlarını nasıl açıklamak gerekir? Doç. Dr. Neşet Çağatay’ın dediği gibi, “Arap, şiirinin zenginliğiyle, atının çevikliğiyle, kılıcının parlaklığı ve keskinliğiyle, yay ve oku ile öğünür” (4) sözü, Kaddafi’nin davranışlarını açıklamak için yeterli olabilir mi? Sanmıyorum. Ancak, Prof. Dr. İlhan Arsel’in tespiti, bu konuda belki biraz daha yol gösterici olabilir. Şöyle diyor İlhan Arsel; “Eski ve yeni hemen bütün Arap yazar ve düşünürler, Arap’ın hiçbir zaman ve hiçbir şekilde ve hiçbir yabancı egemenliği altında Araplığını yitirmemiş, kendi milli benliğinin bilincinden uzaklaşmamış olmasını iftiharla, gururla belirtirler ve bunu Arap dehasının ve üstünlüğünün bir sonucu olarak görürler. ‘Arap nereye gitti ise Araplığını da beraberinde götürmüştür’ derler”. (5)
Ömer Sağlam
_______________________
1- Başbakan’ın vermiş olduğu bilgiye göre ve bugün saat 14.45 itibarıyla bu sayı 14.187’dir.
2- Melih Aşık, Milliyet, 26.02.2011,
3-http://arsiv.sabah.com.tr/2007/01/30///gun126.html internet adresinde bulunan Bülent Aydemir imzalı ve “Kaddafi beş yıldızlı otele çadır kurdu” başlıklı haber,
4-Neşet Çağatay (Doç. Dr.), İslâm’dan Önce Arap Tarihi ve Cahiliye Çağı, AÜ İlahiyat Fakültesi Yayını, Ankara,1957, s. 89,
5- İlhan Arsel (Prof. Dr.), Arap Milliyetçiliği ve Türkler, A.Ü. Hukuk Fakültesi Yayını, Ankara, 1975.s. 27.