Adını Kuvayı Milliye kahramanı Komutan Şahinbey'den alan Şahinbey İlçesi'ndeki İyinacar Camii'nin imamı, bayram hutbesinde, Kurtuluş Savaşı için "Kurtuluş mücadelesinde bizi kandırdılar. 1. İnönü'de şöyle zafer kazandılar, 2. İnönü'de şöyle zafer kazandılar. Sakarya'da şöyle zafer kazandılar. Şöyle kahramanlık yapılmış, böyle kahramanlık yapılmış. Yunanlıları denize döktüler. Nerde döktüler. Hepsi yalan, keşke o gün savaşı kaybetseydik, belki Osmanlı'yı daha sonra yeniden kurabilirdik" sözleri üzerine
cami cemaatinin tavrı yine tenkit konusu oldu.
Sorulan soru "Cemaat neden imama tepki göstermemiş?" şeklinde.
Öncelikle söylemek gerekirse; Türkiye'de camilerde genelde konuşulmaz, konuşanlar sert şekilde uyarılır. Camide dünya kelamı konuşmak cami adabına aykırı kabul edilir, hatta bu durum camilerin çeşitli yerlerine asılan uyarı levhalarında da belirtilir. Hele hele vaaz ve hutbe sırasında konuşmak zinhar yasaktır ve günahtır! Öyle öğretilir ve öyle kabul edilir bizim cami adabımızda ve öğretide.
Oysa bu yanlıştır; tam tersine camiler dünya kelamının konuşulduğu, tartışıldığı ve Müslümanların ortak sorunlarının konuşulup görüşüldüğü mekanlardır aynı zamanda.
Camiler sadece ibadet alanları değil, birçok sosyo külterel olayın cereyan ettiği mekanlardır. Bu anlamda camilerin birçok fonksiyonu vardır. En azından Hz. Peygamber'in uygulaması böyleydi. Mesela Hz. Peygamber döneminde mescitte küçük çaplı eğlenceler bile tertip edilirdi.
Bu konuda birçok rivayet vardır.
O rivayetlerden birisinde; "Bir bayram günü mescitte eğlenenleri gören Hz. Ömer, onları sert şekilde uyarmak istemiş, ancak Hz. Peygamber 'Bırak ya Ömer, ilişme onlara. Gönüllerince eğlensinler. Çünkü bayram günleri mutluluk günleridir" dediği söylenir.
Öte yandan Hz. Peygamber ve ilk dört halife döneminde mescitteki ibadetler genelde toplantılar şeklinde cereyan eder, mesela cemaat minberde hutbe irad eden hatip konumundaki peygambere ve halifeye rahatlıkla soru sorabilir, itiraz edebilir, tenkit yöneltebilirdi.
Bu şekildeki hutbe ve vaaz, aynı zamanda bir öğretim metoduydu.
Yani mescit aynı zamanda bir okul ve ilim öğrenme yerdiydi Müslümanlar için.
Mesela; bir keresinde minberde hutbe irad eden Halife Hz. Ömer, cemaate "-Ey Müminler, halife olarak herhangi bir yanlışımı görürseniz ve doğru yoldan saparsam tavrınız ne olur- diye sormuş; umumiyetle ashaptan müteşekkil cemaat de yanlarındaki kılıç ve mızrakları havaya kaldırarak -seni bunlarla doğru yola sokarız ya Ömer-" şeklinde cevap vermiştir. Ömer ise bu tavra hiddetlenmek yerine, böyle bir cemaate ve arkadaş grubuna sahip olduğu için Allah'a hamd etmiştir.
Zannederim Emevilerden başlayarak camiler, sadece Müslümanların zapturapt altına alındığı, hükümet kararlarının insanlara duyurulduğu ve tıpkı bugün Türkiye'de olduğu gibi hükümetin memuru, ancak zaman zaman da siyasi iktidarların adamı/ajanı olan din adamlarının keyfi olarak at oynattıkları mekanlar haline gelmişlerdir.
Tabiri caizse imamlar bizim camileri Londra'daki Hyde Park gibi kullanmaktadırlar.
Dini bilgi adı altında akıllarına geleni rahatlıkla söyleyebilmektedirler.
Çünkü bilirler ki; nasıl olsa kendilerine itiraz edilmeyecektir camide!
Cemaat nasıl olsa itiraz etmez, önüne ne koyarsak yer düşüncesi vardır vaiz ve imamlarda.
Gaziantep'teki imamın, adeta "Kurtuluş Savaşı'nı keşke Yunan kazansaydı, hiç değilse Hilafet devam ederdi" diyen sözüm ona tarihçi Fesli Kadir'in hayaleti gibi bayram hutbesinde abuk sabuk laflar etmesi bu sebepledir.
Sözün burasında kendi yaşadığım bir olayı anlatmak isterim.
Bundan birkaç yıl önceydi.
Mahallemizin camisinde vaaz veren ve şivesinden Doğulu veya Güneydoğulu olduğu anlaşılan vaiz efendi, hemen bütün vaazlarını namaz ibadetine teksif etmişti.
Sanki Müslümanların başka sorunları yokmuş gibi, hemen her hafta yaklaşık bir saat boyunca cemaate namaz anlatıyor, kafaları ütülüyordu!
Bir gün cuma namazından sonra caminin arka mahfilinde imam odası olarak hazırlanan bölümde Vaiz Efendi'yi yakaladım ve kendimi tanıttıktan sonra kendisine yapmış olduğu vaazlardan duyduğum rahatsızlığı ilettim. Tavrını savunan ve namazın çok önemli olduğunu belirten kem küm türü sözlerle beni savuşturmak istedi. Ancak üsteledim.
Hatta orada bırakmadım konuyu, Ankara İl Müftüsü'ne de ilettim.
Çok geçmeden vaiz efendinin camiye bir daha gelmediğini gördüm.
Yine bir Çanakkale Savaşı'nın yıldönümüydü.
Cuma Namazı öncesi, üzerlerine Peşmerge kıyafeti giymiş 15-16 yaşlarında iki delikanlı mihraba geçmişler, karşılıklı diyalog halinde Çanakkale Savaşı'nı anlatıp canlandırıyorlar cemaate.
Yani bir nevi tiyatro/piyes oynuyorlar. Dikkat ettim anlattıklarının içinde bir kere bile Mustafa Kemal geçmiyor!
Arkalardan cemaati yara yara ilerledim ve en ön safta delikanlıları keyifle izlemekte olan vaiz ve imam efendilere yaklaştım; "Hocam, bu iki Peşmergeyi Kuzey Irak'tan mı getirdiniz? Bu nasıl Çanakkale Savaşı anlatımı? Mustafa Kemalsiz bir Çanakkale düşünülebilir mi? Bir kere bilme ismini zikretmedi sizin Peşmergeler!" dedim.
Vaiz değil ama İmam Efendi anladı olayı; "Çok haklısınız biraz sonra gereğini yapacağım. Ayrıca namazdan sonra imam odasında sizinle görüşelim..." dedi.
İmamın okuduğu ve DİB Genel Merkezi'nden gönderilen Çanakkale Zaferi konulu hutbede de geçmedi Mustafa Kemal Paşa, Esat Paşa ve Cevat Paşa isimleri.
Ancak minberdeki imam, hutbeyi okuduktan sonra dua kısmında Mustafa Kemal Paşa ve Atatürk isimlerini tekrar tekrar zikreden bir dua yaptı.
Elbette doğaçlama olarak.
Yani uyarımız işe yaramıştı!
Namazdan sonra imam odasında o iki gencin de yanında konuştuk vaiz ve imam efendilerle.
Bu iki genç Pursaklar İmam-Hatip Lisesi'nden gönderilmiş iki öğrenci imiş.
Ankara'daki bütün önemli camilere gönderilmişlermiş.
Üzerlerindeki kıyafet de Peşmerge kıyafeti değil, Çanakkale'de savaşan Mehmetçiğin o gün giydiği kıyafetlermiş! Anlamıştım; düşünce güzeldi ama kıyafet konusu fazla araştırılmadığı için ortaya böyle garip bir görüntü çıkmıştı.
Gençlerin eline de öğretmenleri tarafından böyle bir metin tutuşturulduğu için haliyle metinde Mustafa Kemal Paşa adı geçmiyordu. Tıpkı DİB Genel Merkezinden gönderilen ve imamın eline tutuşturulan hutbe metninde geçmediği gibi.
Dolayısıyla; cemaat olarak biz güdülen davar sürüsü değiliz Müslümanlar!
Her yerde olduğu gibi camide de bir yanlış görürsek, tavrımızı göstermek, tarafımızı belli etmek zorundayız. Elbette gücümüzün yettiği ölçüde ve usulü dairesinde.
Müslüman'a yakışan da budur.
Çünkü Hz. Peygamber; "Müslüman nerede bir kötülük görürse, o kötülüğü eliyle ortadan kaldırmak zorundadır. Buna gücü yetmezse diliyle ikaz etmek durumundadır. Buna de gücü yetmezse en azından kalbiyle buğzetmek zorundadır ki; bu da imanın en zayıf halidir" buyurmuştur.