Bu gruba ait tüm sitelerde yayınlanan makaleler, hiçbir dönemde sansür edilmemiştir. Ayrıca Nisan 2012′den
beri de redakte edilmemekte; doğrusu ve yanlışıyla eser sahibinin gönderdiği özgün hâlde yayınlanmaktadır.
Antidepresan kullanmayan var mı? Neden mi sordum? Etrafımdaki…
Tamam, etrafımda pek az insan var, ama olanların hemen hemen hepsi de anti depresan bağımlısı. ‘’Getir hapımı Sebastian, sinirlerim çok bozuk’’ modunda dolaşıyorlar. Hatta kullanmayanlar bile kullanıyormuş gibi yapıyor. Bir çeşit moda akımı falan herhâlde… Nasıl 70’lerin kıyafetleri bugün yine vitrinlerdeki mankenlerin üstünde boy gösteriyorsa, 2000’li yılların başlarında insanların popüler kültür hâline getirdiği bu antidepresan akımı, son günlerde yine moda. Tuhaf bir ‘’retro’’ yaşıyoruz.
Tamam, etrafımda pek az insan var, ama olanların hemen hemen hepsi de anti depresan bağımlısı. ‘’Getir hapımı Sebastian, sinirlerim çok bozuk’’ modunda dolaşıyorlar. Hatta kullanmayanlar bile kullanıyormuş gibi yapıyor. Bir çeşit moda akımı falan herhâlde… Nasıl 70’lerin kıyafetleri bugün yine vitrinlerdeki mankenlerin üstünde boy gösteriyorsa, 2000’li yılların başlarında insanların popüler kültür hâline getirdiği bu antidepresan akımı, son günlerde yine moda. Tuhaf bir ‘’retro’’ yaşıyoruz.
Bence bunlar hep yalnızlık yüzünden. Sadece arkadaş edinememek, sosyal olamamak falan değil ama yalnızlık. Kimisi yalnız olmayı tercih ediyor, sessizliği seviyor, daimi bir
‘’kafa dinleme’’ modunda yuvarlanıp gidiyor. Gizleniyorlar ama korkaklıktan değil, onlar da öyle mutlular… Canları isterse meşgul, canları isterse dışarıda, canları isterse çevrimdışı takılıyorlar. Tabii aslında hiçbiri değil.
‘’kafa dinleme’’ modunda yuvarlanıp gidiyor. Gizleniyorlar ama korkaklıktan değil, onlar da öyle mutlular… Canları isterse meşgul, canları isterse dışarıda, canları isterse çevrimdışı takılıyorlar. Tabii aslında hiçbiri değil.
Yanlış hatırlamıyorsam 8-9 yaşlarında okudum Alice Harikalar Diyarı’nda kitabını. O gün Alice ile birlikte bir düşüverdim çukura, çıkabilene aşk olsun. Sürekli çevrimdışı takılmam da o günden kalma. Sonra, bir sürü kitap yığdım önüme, çeşit çeşit filmler aldım, izledim. Telefonum: ‘’Oku artık şu mesajları.’’ diye bas bas bağırırken, ben, görmezden geldim. Kitaplardaki hayatlara girmek, kendimi onların yerine koymak veya filmlerdeki devamlılık hatalarını yakalamak hep daha çekici geldi sınıftaki kızların dedikodularını yapmaktan. Evet, okumak çok güzel; izlemek de keza öyle. Özellikle kişiliği şekilleniyor insanın. Belki kendini çok daha çabuk buluyor. Tabii önemli olan bir nokta daha var: Dış dünya ile olan bağlantıyı koparmamak. İp bir kere koptu mu bir daha ı-ıh...
Ha, ben şikâyetçi değilim, o ayrı.
Ha, ben şikâyetçi değilim, o ayrı.
Hatta fırsatını bulsam Ay’a yerleşeceğim.
İletişimsizliğin üstümde bıraktığı etkiyi döküvermek, kendimi biraz gazlamak istedim. Aslında çok basit olan, sadece bir ‘’tık’’la üstesinden geleceğim bir şeyi o kadar büyüttüm ki kafamda, bu yazı da ona istinaden bir ön hazırlık gibi. İletişim kurmak zorundayım çünkü. Zor, çünkü o duygudan fazlasıyla yoksunum. İnsanların beynimi okumasını bekliyorum. Nasıl okusunlar yahu?
Sen biraz konuşsana…
Sen biraz konuşsana…
Geçen gün çok sevdiğim bir arkadaşım, Elif Şafak’ın ‘’Siyah Süt’’ adlı otobiyografisini okumam gerektiğini söyledi. Daha önce ona anlattıklarım, Elif Şafak’ın anlattıklarıyla çok benzermiş. Bir de saçımız benziyormuş, o ayrı. Yalan söylemeyeceğim, Elif Şafak’ın bir ya da iki kitabını okudum. Bu bir marifet değil tabii. Ama yalan değil, ben hep fantastik dünyaya çekildim süper güçler tarafından. Orayı sevdim, çünkü her şey gerçek olamayacak kadar heyecanlı, hızlı ve zekice işliyordu. Zehir zemberek dedektifler, ak büyücüler, pastadan evler hep daha çekici geldi bana. Harry ve Ulysses ile büyüyüp, Sherlock ile birlikte cinayet çözmek, bugün, Müge Anlı’dan bile önce cinayet aydınlatmamı sağladı. Tabii bunda Hansel ile Gratel’in de parmağı var.
O ekmek kırıntılarını az dökmedim sokaklara.
O ekmek kırıntılarını az dökmedim sokaklara.
Elif Şafak’ın kitabını da aldım bu arada. Kısmetse bu gece okumaya başlayacağım.
Kafamın içinde yaşayan o kadar çok insan var ki…
Bazıları gerçek hayattan esinlendiğim karakterler, bazıları süper kahramanlar, bazıları farklı seçimleriyle bambaşka bir hayat yaşayan, bambaşka ‘’merve’’ler. Evet, sosyalliğim sadece kafamın içindeki hayatlardan ibaret. ‘’Sosyal olacağım, yaşasın!’’ diyorum, ama içimdeki ben müsaade etmiyor. Bir daha farkına varıyorum ki, olmadığım, olamayacağım bir insan gibi davranmak, samimiyetsiz görünmemden başka hiçbir şeye yaramıyor. Ayaklarımı uzatıp oturuyorum balkonda, gelip geçen arabalara, çatımızı mesken tutmuş martılara bakıyorum. Yalnız değilim tabii. Bu arada kendi kendime konuşuyorum. ‘’Hoş geldin Sebastian.’’ diyorum, gül gibi geçinip gidiyoruz. Antidepresanlara da gerek kalmıyor böylece. Kendinle hesaplaşmayı öğreniyorsun.
Biliyorum, yazılarım öyle çok fazla mesaj içermiyor. Toplum sorunlarına fazla kafa patlatmıyorum belki de… Hep polisiye, hep fantastik kurgular okumaktan ‘’olaycı’’ bir insan olup çıkıveriyorsun zamanla. Bana kalsa hep müzikal havasında yaşanan gerçek olaylardan bahsedeceğim de zamanla işte… Önce biraz daha rahatlamam, daha içimden geldiği gibi yazmam lazım sanırım. Alışıyorum, zamanla daha çok alışacağım.
Not: Pireyi deve yapan önyargılarımı yıkmama yardımcı olan insanlara da çok teşekkür ediyorum bu arada. Tavsiye ve destekleriyle yanımda olduklarını hissettiğim insanlara… Başta Günay Tulun olmak üzere; Gizem’e, Sevilay’a, kuzen Fulya’ya, canım ablama ve tabii anne-babama…
Merve Vatan