Bu gruba ait tüm sitelerde yayınlanan makaleler, hiçbir dönemde sansür edilmemiştir. Ayrıca Nisan 2012′den
beri de redakte edilmemekte; doğrusu ve yanlışıyla eser sahibinin gönderdiği özgün hâlde yayınlanmaktadır.
Yıl 1346…
Orhan Gazi’nin kardeşi Süleyman Paşa, kırk askeri takmış peşine Domuzhisar’a yürüyor. Orası da Bizans toprağı o zamanlar. İskân siyaseti malumunuz, fethedilen yerlere Türkler yerleştirilecek ki, Rumeli yavaş yavaş ele geçirilsin, Türkleşsin.
Neyse, askerlerin maşallahı var, güçleri kuvvetleri de yerinde. Domuzhisarı da fethetmişler zaten, keyiflerine diyecek yok. Bir tek yorgunluk zorluyor onları ama şikâyet etmiyorlar. ‘’Ha gayret’’ diye gaza gelip, öteki yerleri de ele geçiriyorlar.
Hani insanlar yorgun olunca uyuyamazmış ya, kalkar, dolanır, sonra gene yatar. Bunların da canı sıkılmış herhâlde, başlamışlar güreşe. O onunla, bu bununla derken sıra gelmiş iki kardeşe. Adları, Ali ve Selim. Bu iki kardeşin güreşi bir başlamış ki, bitmek bilmemiş. Dakikalar, saatler geçmiş ama bir türlü galip çıkmamış. Bırakmışlar güreşmeyi. İkisi de sözünün eri, cengâverler ya, bir anlaşma yapmışlar aralarında. Bu maçın bir rövanşı olsun diye.
Bu hadisenin üstünden biraz zaman geçmiş. Verilen sözler de hatırlanınca, iki kardeş, bir Hıdrellez gününde tutuşmuşlar tekrar güreşe. İkisi de hırs yapmış ama tık yok. Dakikalar geçmiş yine. Sonra bir baksınlar ki gece olmuş. Yıldızlar aydınlatmayınca etrafı, mumlar yakılmış, sonra fenerler. Etrafları insan dolmuş. Davullar, zurnalar çalmaya başlamış. Hepsi tutmuş nefesini, kim kazanacak diye beklemiş. Kardeşler de bir inatmış ki sormayın. Biri de dememiş ki ‘’yeter’’ diye. Saatlerce, hatta gün aydınlanana kadar güreşe devam etmişler. Ta ki nefesleri kesilene kadar…
İnsanlar şaşırmış, galibin el kaldırıp sevinç naralarını atmasını beklerken, ölüm gelmiş çünkü. Ama yapacak bir şey yok. İki kardeşi yakınlardaki bir ağacın altına gömmüşler ve oradan ayrılmışlar.
Yıllar geçmiş sonra… Bir gün oradan geçen insanlar bir de ne görsün… İki kardeşin el ense çekip güreş tuttuğu verimsiz toprak, yerini gür pınarlara bırakmış. İşte o gün, oraya ‘’Kırkıpınar’’ adı vermişler. Samona’dan Sarayiçi’ne yolculuk da böyle başlamış.
I.Murat Edirne’yi fethettikten sonra, devlet işlerinden fırsat bulup da sohbet ettiği bir vakit, bu iki kardeşin hikâyesini duymuş. Demiş ki: ‘’Bundan böyle orada hep güreş tutulacak.’’ İşte o gün bugündür, Kırkpınar Güreşleri bir gelenek hâline gelmiş. Hem de tam 653 yıldır süren bir gelenek…
Bir Edirneli olarak, Haziran ayını hevesle beklerim. Çünkü sokaklar renklenir, gösteriler yapılır, panayırlar kurulur. Edirneliler başta olmak üzere, çevre illerden, hatta Türkiye’nin bir ucundan kalkıp gelen insanlarla dolar sokaklar. Bunlarla da kalmaz, başta Yunanistan ve Bulgaristan olmak üzere çeşitli ülkelerden insanlar gelir ziyarete.
Ritüeller hiç değişmez. Atatürk Anıtı’na doğru yürünür önce. Sonra, çelenkler bırakılır. İstiklal Marşı ve Kırkpınar Marşı okunur ve 25 Kasım Stadyumu'na doğru yürünür. Belediye bandosu, Kırkpınar davulcuları, pehlivanlar ve halkoyunları ekiplerinin stadyumdaki resmi geçişinin ardından festival başlar. 25 Kasım Stadyumu’nda olmuyor tabii şenlikler. Bir sonraki adres: Sarayiçi.
Sadece güreş değil Kırkpınar’ın olayı. İnsanların eğlenmesi için her şey düşünülüyor. Faytona binip Sarayiçi’ne gitmek bile ayrı güzel. Ben, yürüyerek gitmeyi pek tasvip etmiyorum çünkü defalarca kayboldum. En güzeli fayton... Atlayacaksınız faytona, o yoldaki tarihi binaları inceleye inceleye hooop, Sarayiçi’nde alacaksınız soluğu. Tarihi köprüden geçtiğinizde ‘’Adalet Kasrı’’ karşılayacak sizi. Sonra ver elini eğlence. Başta oflaya puflaya gittiğim her şenlikten, bir elimde süt mısırı, bir elimde pamuk şeker, suratımda aptal bir gülümsemeyle çıktım. İlla ki eğlenecek, ilgisini çekecek bir şey buluyor insan. En olmadı dönme dolaba falan biniyor. O kadar turistin gelmesi de bu yüzden. Ha, bir de UNESCO koruması altında Kırkpınar Güreşleri, bir kültür mirası. Hem de somut değil, altını çizerim.
Gönül isterdi ki şöyle hoş, içli bir Edirne Türküsü ile veda edeyim satırlarıma. Ama ne yazık ki bildiklerimin hepsi dokuz-sekiz. Şu roman havaları yani…
Diyeceğim o ki, yakınlardaysanız kalkıp gidin. Gelin daha doğrusu. Uzaktaysanız da gelin. Hatta ne olursanız olun, yine gelin. Kaleiçi’ni gezin, Selimiye’yi ziyaret edin. Külliye’ye de uğrayın derim ama siz bilirsiniz. Havra’yı da görün derim ben, pek bir güzel restore ettiler. En olmadı bir Edirne köftesi, bir Edirne ciğeri yersiniz ki eminim bir dahaki şenliklere kadar tadı damağınızdan silinmeyecek. Giderken bademezmesi almayı da unutmayın.
Kırmızı dipli mum hâlâ yanıyor, bir uğrayın derim ben…
Merve Çiçek Vatan