Ülkemizin ilk diktatörü olan "AKalPe" Genel Başkanı Recep Bey'in, kitlelere hitaben yaptığı konuşmalardan birinin 57 saniye uzunluktaki görüntüsü internete düştü. O videoyu yayınladığımda; cehalet, yalan, iftira, bile bile gerçekleri çarpıtıp toplumu yanlış yönlendirme ve tarihsel gerçekleri çarpıtmanın yanında en büyük günahlardan biri olarak kabul edilen toplumun fertleri arasına nifak sokma, bölerek ayrıştırma gibi birçok suçun iç içe geçtiğine sizler de tanık olacaksınız. Konuya vâkıf olan aklı başında birinin başındaki o akıl, videodaki söylemi duyar duymaz uçup kaçıyor. İnsanın dili tutuluyor. Ağzından "pes"ten başka hiçbir söz çıkmıyor, çıkamıyor. Cevabım biraz uzun olacak ama konu, pişirilip pişirilip önümüze konduğu ve insanımızı zehirlediği için önemli... Sabırla okumanızı rica ediyorum.
İyi ama o videoyu bu denli önemli kılan ne? Tabii ki konuşmacının kimliği değil, onu "Siz Kimi Seçtiniz" adlı makalede de anlatmıştım. Videoyu önemli kılan, o tür bir insanın "bir adam yaratma projesi"yle Türkiye'mizdeki tüm kurumların başına çöreklendirilmesi sonucunda gasp edilen kurum ve makamların şanıdır. Bu video, Türkiye'deki tüm erki eline geçirmiş, ağzından çıkan her şey emir ve postulat kabul edilen, saçmaladığı anlarda bile yandaşlarınca delice alkışlanan bir diktatörün; aslında ne kadar boş, bilgisiz, gerçekleri çarpıtan, yalanla iftirayı sık kullanan biri olduğunu gösteren muhteşem örnektir. Her gördüğü mikrofonun önünde ona buna bağırıp çağıran, küfreden bu adam videoda öylesine sakin öylesine emin şekilde konuşuyor ki, benim de inanasım geldi.
ALLAH ADINA KONUŞMAK BÜYÜK GÜNAHTIR
Tam burada araya önemli bir not sıkıştıracağım ki lütfen buna dikkat edin. "Cennetmekân" da ne demek? Anlamını sormuyorum. Cennetlik demek olduğunu iyi biliyorum. "Cennetmekân ile mekânı cennet olur inşallah"ın arasındaki farkı da biliyorum. Birincisi, 'yeri cennettir' ifadesiyle hüküm vermek, diğeriyse Allah'tan niyaz etmek yani yakararak dua etmek... Bu adamlar cenneti de Türkiye gibi mi sanıyorlar? Orada da kimin nereye gireceğini Recep Bey mi tayin ediyor? Artık Yüceler Yücesi Allah'ımızın işine de mi karışır oldular?" Tövbe be, tövbe!
DİPLOMA SUYA DÜŞTÜ SUYU İNEK İÇTİ İNEK DAĞA KAÇTI DAĞ YANDI
Askerliğini yedeksubay olarak yaptığı söyleniyor. Eğer bu doğruysa haksız yere yedek subaylık yapmasına neden olan, Cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturuşunu da onunla sağladığı; aslı ibraz edilemeyen, fotokopiyle üretilmiş, silinen tasdik damgasının üzerine yeniden tasdik mührü basılmış, iddia edilen tarihte henüz kurulmamış bir okuldan iki ayrı öğrenci numarasıyla alınmış, sahte olmaması için mucize gereken bir diploma taslağına sahip bu zatın, el attığı tarihi çarpıtmaması da anormal olurdu. İşin bence en ilginç yanıysa şu: İnsanı okuduğu okulda hiçbir öğretmen, hiçbir öğrenci, hiçbir öğrenci işleri bürosu çalışanı, tek bir yemekhane ve kantin sorumlusu da mı hatırlamaz? Okulda, okulun önünde çekilmiş tek bir fotoğrafı da mı olmaz?
Bu kadar işi rahatça beceren birisi, gerçekleri de tarihi de insanların gözünün içine baka baka çarpıtmayı aynı rahatlıkla becerir. Bunu, her gün attığı nutuklarla da ispatlıyor.
Aslında ana konumuz o kişi değil, II. Abdülhamid'di. Madem istemeden de olsa bu işe bulaştım, şunu da hatırlatmam şart oldu: "Diplomasız Diktatör Recep Bey"in belgelerini doğru dürüst kontrol etmeyen, seçimlere katılmasına yol veren, Cumhurbaşkanı seçilmesine önayak olup hâlâ bu kutsal makamda kalmasına destek veren, olayın yurt içi ve yurt dışı hukuksal takibini yapmayan herkes suçludur. Ah muhalefet, ah! Bu işin üzerine neden gitmedin, neden gitmiyorsun? Hâlâ mı? Pes!..
Dönelim konumuza...
Gelin, hep birlikte Osmanlı belgeleri başta olmak üzere notlarımdaki, çeşitli devletlerin arşivlerindeki ve tarihi yalanlarla katletmemiş yazarların eserlerindeki II. Abdülhamid'i tanıyalım.
II. ABDÜLHAMİD KİMDİR
- Çerkez olduğu yalanı yayılmaya çalışılan ama aslında bir Rus Ermenisi olan ve adı; sonradan Tirimüjgan'a çevrilen "Verjin" ile Orhan Gazi'den sonra madden, manen ve biyolojik olarak Türklüğü giderek kaybolmuş bir hanedanın mensuplarından Abdülmecid'in oğludur. O yazıları okumak kısmet olmadı ama bazı Ermeni yazarlarının da konuyu "Verjin Hanım" açısından inceledikleri söylenir. Sakın bu yazdıklarımın kafatası milliyetçiliğiyle ilgisi olduğunu sanmayın. Hanedanın ve tabii ki "Ulu Hakan" demekten zevk aldıkları Abdülhamid-i Sani'nin annelerinin Ermeni olduğunu saklama gayretindeki tarih şaklabanları yüzünden konuya değinmek zorunda kalıyorum. Kaş yaparken göz çıkartıyorlar. Bu saklama çabası Türkiye Ermenileri arasındaki konuyu bilen vatandaşları da kırıyor. İşin acı kahkahalarla gülünecek yanıysa Osmanlı padişahlarını illa bir Türk anaya bağlamak için yırtınan çok sayıda şaklabanın olmasıdır. Fatih'in gerçek annesi gibi... Adamlar analarından memnun, o sahtekârlar kim oluyor ki insanların ana babasıyla ve kökenleriyle oynayıp duruyorlar?
- Aşkla bağlandıkları bazı kafatası milliyetçilerini gerçek milliyetçi sanıp onların işaret ettiği yolda yürüyerek, Osmanlı ve II. Abdülhamid gibiler için "Ecdat! Ecdat!" çığlığı atanlar bilmelidirler ki fena hâlde kandırılmışlardır. Ayrıca ecdat sözcüğü çoğuldur. Abdülhamid'se tekil... Ecdat değil ceddir.
- Siz de ben de Abdülhamid gibi bir Ermeni ana ya da babadan doğar veya herhangi bir ırk ve ulustan birinin çocuğu olabilirdik. Olmamız da olmamamız da Allah'ın takdiridir. İnancım, hiçbir ırk ve ulusun bir başka ırk ve ulustan üstün olmadığıdır. Bunu kökten bir Türk olarak, "soyu ilk Türk İslam İmparatorluğu'nu kurmuş biri" olarak, bir Atatürk milliyetçisi olarak rahatlıkla söylüyorum. Dayandığım sınırsa insanlık suçu olan soykırımın işlenmesidir. Ne yazıktır ki Ermeni, Yunan, Arap, Rus, Fransız, Bulgar, İngiliz, Alman ve ABD gibi birçok ulus bu çirkin suçu işlemiş, utanmadan da kendi yaptıklarını, işkencelerle katlettikleri insanların üzerine atarak suçlarını katmerleştirmişlerdir.
- Zalim biri olan II. Abdülhamid hakkında üretilmeye çalışılan efsaneler, Recep Bey'in yaptığı gibi tamamen safsatalara dayanmaktadır. Tıpkı, daha birkaç yıl önce oluşturulan "Google Arama Motoru"nu 1842-1918 yılları arasında yaşayan bu adamcağızın icat ettiği haberlerinde olduğu gibi... Koca koca adamlar, kadınlar bu saçmalığı savundular da ülkemizin hâline oturup ağladık acı acı...
- 33 yıllık padişahlık döneminde Osmanlının çilekeş halkı en koyu en karanlık istibdat yıllarını yaşamıştır. Önceki yazılarımda uzun uzun anlattığım için tekrarlamayacağım ama "Vatan ve Hürriyet Şairi Namık Kemal" gibi Osmanlı aydınlarını sürgüne gönderen, "Ahmed Şefik Midhat Paşa" gibi önemli bir devlet adamını öldürten, halkın vatanına bağlılığını söndürmeye çalışan biridir o...
- Zaten zayıf ve okur yazar oranının çok düşük oluşuna bağlı olarak okur sayısı çok az olan basına karşı müthiş bir sansür uygulatarak, özellikle aydın kesimin gerçekleri öğrenmesini engelletmiştir.
- Sürekli vehim içinde yaşadığından daima koruma ordularıyla gezmiş, özgür irade sahiplerine çeşitli işkenceler ettirmiş, zehirlenme ve suikast korkusu onun neredeyse uçan kuştan bile ürkmesine neden olmuştur. Bu durumun marazi bir hâl alması, akıl sağlığının dengeli olmadığının da göstergesidir. Bu konuda çok örnek var ama ben pek bilinmeyen "Hıdiv"i seçtim. İstanbul'daki "Hıdiv Kasrı"nın gerçek yapım öyküsüne bir göz atarsanız ne demek istediğimi anlayacaksınız.
- Türk ve Müslüman doktorlardan daima uzak durmuş; çok yüksek maaş verdirdiği Rum, Yahudi ve Ermeni doktorlara itimat etmiştir. Cerrahları ve diğer tıp doktorları, diş doktorları, hemşireleri, hasta bakıcıları, ilaçlarını hazırlayan eczacıları, hatta sağlıkçı hademeleri bile hem Türk değildir hem de tamamı erkektir. Aralarında tek kadın yoktur. Bu da özellikle harem sahibi biri için çok gariptir.
- Türk ve Müslüman sağlıkçılar haremin kapı önünden bile geçemezken, haremdeki tüm kadınların sağlığı hemen altta adlarını vereceğim, kendisinin doktorlarına emanet edilmiştir. Tamamı erkek olan bu doktorlar "Mavroyani Efendi, Molik Efendi, Kastro Efendi, Hristaki Bey, Hristaki Efendi, Naum Efendi, Duşivoz Efendi, Gariva Efendi, Macuki Efendi, Ramık Efendi"... Tamamen Türkler aleyhine işleyen ırkçı ve cinsiyetçi bir sistem. Benim ve ailemin de Türk doktorları yanında Ermeni ve Yahudi doktorlarımız oldu. Böylesi çirkin bir ırkçılığın içinde hiç olmadık. Hiç ama hiçbir zaman!..
- Hazır doktorlardan söz açılmışken, II. Abdülhamid'in etrafında yaratılmaya çalışılan Tıbbiye efsanesine de el atmam gerekecek. Tıbbiye'yi kurduğu efsanesine... Yalan, külliyen yalan! Külliyen dedim ya bu söz onun döneminde yapılan özellikli bir yapıyı da anlatır. Bir külliyeyi... İşte herkes bu külliye nedeniyle yanılıyor ve Tıbbiye'yi II. Abdülhamid'in kurduğunu sanıyor ya da öyle sanılması isteniyor. Tekrar tekrar söylemek isterim ki, o kurmadı. Onun döneminde Tıbbiye için bir külliye yaptırıldı. Yani günümüzün moda söylemiyle kampüs... Bir zamanlar okulum Haydarpaşa Lisesi'nin sahip olduğu o tarihî mekândan söz ettiğimi anlamışsınızdır. Türklerin eskiden de kam, otacı ve hekimler yoluyla hastalıkları tedavi ettiklerini, ilk teşkilatlı Osmanlı hastanesinin Bursa'da I. Bayezid döneminde açıldığını da bilirim ama gelin, onları bırakıp Tıbbiye'nin kuruluşuna bakalım.
- Tıbbiye olarak yapılan ilk düzenleme, yenilikçi Padişah II. Mahmud zamanındadır. Hekimbaşı Mustafa Behçet Efendi'nin isteği ve Padişah II. Mahmud’un onayıyla açılan bu okul, Batılı anlamdaki ilk modern tıp okuludur. Şehzadebaşı semtindeki “Tulumbacıbaşı Konağı”nda öğretim yapmıştır. İsmi “Tıphane-i Âmire ve Cerrahhane-i Âmire”dir. Okul zamanla isim değiştirerek önce Mekteb-i Tıbbiye-i Adliye-i Şahane sonra da Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane olmuştur. Okulun öğrenime başladığı gün, tıp bayramı olarak kutlanmaktadır. O tarih 14 Mart 1827’dir ve II. Abdülhamid’in doğumuna daha “15 yıl 6 ay 1 hafta” vardır. Okulun ilk mezunlarını verdiği yıl 1843’tür ve II. Abdülhamid daha 1 yaşını bile doldurmamıştır. Mezunlarının Viyana’da yeterlilik sınavını vermesiyle okulun Avrupa’yla denk kabul edilme yılıysa 1848’dir ve II Abdülhamid hâlâ anneciği Verjin Hanım’ın kucağındadır. Çünkü 6 yaşındadır. "Alexandre Vallaury ve Raimondo D'Aronco"nun mimarlığında yapılan külliyenin inşaatına 1894 yılında başlanmış ve tamamlanarak eğitime açılması 1903 yılında olmuştur. O dönem gerçekten de II. Abdülhamid’in tahtta olduğu yıllardır. Gördüğünüz gibi, II. Abdülhamid'in Tıbbiye konusundaki gayreti bir külliyeyle sınırlıdır. Hepi topu o!.. Tabii ki nankör değilim. Herkesin hakkını vermek gerek. Yapmak tabii ki görevidir ama bina konusunda "Yüce Rabb'im"in ondan razı olmasını dilerim. "Osmanlı"ya ve "Osmanlı Halkı"na yaptıklarıysa Allah'la onun, ayrıca yine onunla hakkını helal edip etmeyeceğini bilemeyeceğim şehitlerimiz ve Osmanlı halkı arasındadır.
- Şu an yazacaklarımı lütfen dikkatli okuyun. Sahtekâr "Osmanlıcılar, Yeni Osmanlıcılar, Cumhuriyet düşmanları" ağız birliği etmişçesine genelevleri Cumhuriyet açtı iftirasındalar. Hadi gelin belgelere başvuralım. 1812 yılında "Harem-i Şerif'in Hizmetkârı II. Mahmud" tarafından açılan ilk genelevlerin çoğalmasına ve İstanbul'dan sonra tüm Anadolu'ya yayılmasına izin verip bunları resmî genelev hâline getiren, padişah "İki Kutsal Caminin Hizmetkârı İslâm Halifesi II. Abdülhamid"dir. 1884 yılında önce Galata'da o zamanki adı Zürefa, sonradan Zürafa en sonunda da Alageyik olan sokakta ve ardından da Beyoğlu'nun şimdi Halas olarak bilinen Abanoz Sokağı'nda açılan bu evlerin "Kerhane Talimatnâmesi" bile vardı. Gördünüz mü "dini bütün olduğu iddia edilen II. Abdülhamid"in yediği herzelerden biri daha... 1909'da tahtan indi ama kötülükleri sonraki yıllara da sirayet etti. Dileyen, diğer yazdıklarımı da şu anda verdiğim bu bilgiyi de araştırabilir. İş öyle berbat bir hâle gelmişti ki, 1915 yılında 359 genelevde kendisine vesika verilmiş binlerce kadın vardı. Bunların çoğu frengi, cüzzam, bel soğukluğu ve verem mikrobu taşıyordu. Onlara giden erkeklerin ailelerine ve çocuklarına bu hastalıkları kaçınılmaz olarak bulaştırdıklarını da tahmin etmişsinizdir.
- Hastalıklı nesillerin sağlıklı hâle gelmesi için çaba sarf etmek de Cumhuriyet'e düştü. Bu konuda, kahraman Türk kadını Rahmetli Türkan Saylan'ın büyük mücadelesini öğrenmek gerek. İşte Osmanlı böyle çürütüldü. Kadını sermaye hâline getirenlerin kimler olduğu da inşallah anlaşılmıştır. Bilmediği konular hakkında ahkâm kesenlere sesleniyorum: Hâlâ Osmanlı Devleti'nin sonunu getirten, Osmanlı halkını mahveden bu adamlar için han, hakan, ulu diyecek misiniz? Türkiye'mizi, iftira ve yalanlarla üretilmiş yapay bir tarih üzerinden karıştırmaya çalışan ajanlara alet olacağınıza, onların kışkırtmalarına baş sallayıp onay vereceğinize Allah'ın "Oku!" emrine uyup okuyun. Gidin, arşivlere girin. Kendi fikrinizi oluşturun. Benden bu kadar. Gerisi Yüce Rabb'imle sizin aranızda...
- "İsteğe bağlı tarih uyduran" tarihçi mukallitlerinden bazıları II. Abdülhamid'in Ermeni, bazıları da Yahudi doktorlar tarafından zehirlendiğini yazarlar. Oysa Yahudiler için kendilerine ülke armağan edecek alicenap adam konumundadır. Onlardan büyük saygı görür. Ermenilerse zaten kendilerinden olan bu adamı ölesiye sevmektedirler ama istavrozu bile kendilerinden farklı çıkaran ya da istenen parayı vermeyen Ermenileri bile öldüren Ermeni Komitacılar, ona karşı da tarihe "Yıldız Suikastı" olarak geçen eylemi yapmışlardır.
- Her şeye rağmen bu suikastın düzmece olma ihtimali de çok ama çok yüksektir. Son yıllarda bizde de "Recep Bey'e, kızı Sümeyye'ye, Bülent Arınç'a" yapılacakken önlenen hayali suikastları hatırlayın. İlginç ve kirli kokularla dolu oyunlardır bunlar... 120 kg patlayıcının kullanıldığı suikast için defalarca prova yapılmasına karşın, her şeyden haberdar olan saray hafiyelerinin girişimden habersiz olmaları gariptir. 26 kişinin ölüp 58 kişinin yaralanmasına karşın, II. Abdülhamid'e hiçbir şey olmaması da ilginçliğin şahikasıdır. Efendim, Şeyhülislam bir soru sormuş da o nedenle gecikmişmiş. Külahım olsaydı ona anlatın derdim. Peki ama yakalandığı söylenen elebaşının 2 yıl sonra serbest bırakılmasına ne dersiniz? Her şeyiyle ısmarlama bir oyundur bu...
- Anılarını bir deftere yazdığını (!) bunun da bir yazar tarafından bulunup (!) kitap hâline getirildiğini anlatanların bir tek kuyruğu eksiktir. Çünkü böyle bir defter bugün, bu saat, bu dakika, bu saniyeye dek ortaya çıkartılamamıştır. Bu hayali defterden (!) üretilen kitaplarsa defalarca basılmıştır. Orijinali bir türlü ortaya çıkartılamayan bu hatıratı (!) aktaran kitabın az sayıda sayfa içeren ilk baskısını hatırlıyorum da sonraki baskılarının nasıl "tekmili birden 36 kısım"lık bir roman hâline dönüştüğünü anlayamıyorum. İnsan; II. Abdülhamid'in hâlâ yaşamakta olduğunu ve hatıratını yazmaya devam ettiğini düşünüyor. Çünkü bunları yazan, yayınlayan, kitaplarına bu kitaptan pasajlar aktaranların alay konusu olmaktan kurtulmaları için sığınacakları tek liman, onun yaşamakta olmasıdır.
- Döneminde, saraya bağlı hafiyeler, halkın arasına karışarak insanlar hakkında bilgiler toplamış ve zindanlar; dedikodular sonucu boş yere hapse atılan, ölüme terk edilen insanlarla dolmuştur. Tahtını kaybedeceği korkusuyla insanları sürgüne gönderen, öldürten hain ve zalim biridir.
- Bazı yerlerde Cumhuriyetçiler tarafından tahttan indirildiği komikliğini okudum ki, Türkiye Cumhuriyeti o tahttan indirildikten, hatta vefat ettikten uzun yıllar sonra, 1923'te kurulmuştur. Kısaca anlatmak gerekirse, kendisini tahttan indirenler de yine kendisi gibi Osmanlılardır.
- Tahttan indirilme anlamında gerçekten de haledilmiştir. Öldürülme anlamında haledildiği hele hele Recep Bey'in cahil kesimi provoke etmek için kullandığı "idam edildi" sözleri hem baştan sona hem de sondan başa yalandır. Eceliyle ölmüştür.
- Yalanlardan biri de tahttan indikten sonra Recep Bey'in söylediği gibi idam (!) edilene dek Yıldız'da yaşamış olmasıdır. Oysa, bu fakir milletin parasını kullanarak, isimlerini yazının bitiminde vereceğim 21 "eş, ikbal ve gözde"sinden o tarihte sağ olan 19'uyla birlikte, önce Selanik'te 1912'den sonra da muhteşem bir yalı olan "Beylerbeyi Sarayı"nda zorunlu olarak ikamet ettirilmiştir. Açıkçası, 1918 yılındaki vefatına kadar her iki eli de hem yağda hem balda bir hayat yaşamıştır. Orası o dönemde öyle bir saraydır ki içine birçok futbol sahası sığdırılacak kadar devasa bir korusu, çeşitli çiçek ve meyve ağaçlarının süslediği koskoca bahçeleri vardır. "Böyle esarete can kurban!" derim. "Ergenekon, Balyoz, Casusluk, Poyrazköy, Suikast" gibi hayali suçlarla mahkûm ettirilen o tertemiz insanlara bu konuyu anlatsak, masum oldukları hâlde "Suçluyum! Beni de hapsedin!" diye Beylerbeyi'ne koşarlardı.
- "Çanakkale Savaşlarını, hapsedildiği saraydan verdiği emirlerle o yönetmiştir." gibisinden saçmalıklar, "bir adam yaratma faslından" internete salınmaya çalışılmaktadır.
- "Siyasi dehadır, Büyük devletleri kafa kafaya vurdurmuştur" derler ama bu da yalanın dik âlâsıdır. Tam tersi, döneminde Osmanlı, bugünkü Türkiye'nin 2 katından fazla toprak kaybetmiştir.
- Karadağ, Kıbrıs, Girit, Mısır, Romanya, Sırbistan, Tunus bu topraklar arasındadır. Bazıları Kıbrıs Birinci Dünya Savaşı sırasında 5 Kasım 1914'te kaybedildi dese de Kıbrıs'ın Osmanlı Devleti'nden gerçek kopuş tarihi, gaspçı İngilizlere kiralandığı gün olan 4 Haziran 1878'dir.
- Bazı Ege ve Akdeniz adalarının sonu onun döneminde hazırlanmıştır. Aynen AKalPe iktidarının bugün başımıza sardıkları gibi... Akıbetlerini defalarca sorduğum o adalar hakkında, AKalPe iktidarından tek söz duymak, YYKY* basınından tek sözcük okumak imkânsızdır. Aynen Girit adasının elden çıkarıldığı günlerdeki gibi... O günlerde de gazete ve dergiler derin bir sessizliğe gömülmüş, Girit ve ona benzer sözcüklerin yazılıp söylenmesi bile yasaklanmıştı.
- Döneminde kaybedilen vatan toprağı "iz düşüm hesabıyla yaklaşık 1.600.000 km2"dir ki, coğrafyadan anlayanlar, "gerçek metotla yapılacak hesaplamanın" iz düşümü rakamının 2 katını aşabileceğini de bilirler. İnanmayan, kaybedilen ülkelerin adlarının yanına iz düşümlerini değil de
o günkü gerçek yüzölçümlerini bulup alt alta yazıp toplasın. Baksın bakalım ne çıkıyormuş?
- Eylemleri nedeniyle kendisinden sonraki toprak kayıplarının da Akdeniz ve Ege'deki bugünkü "Münhasır Ekonomik Bölge" savaşlarının da baş müsebbibidir.
- Dünyanın en büyük donanmalarından birini Haliç'e hapsettirmiş, teknolojik yenilemesini yaptırmamış ve o koca donanma çağ dışı tekneler topluluğu durumuna düşmüştür. Kızı Ayşe Hanım'ın ifadesiyle daima "Din ve fen, bu ikisine de itikat etmek caiz"dir diyen birinin böylesine çelişki içinde olması gerçekten de gariptir. Hazır konu denizcilikten açılmışken şunu da hatırlatmam gerek: Sırf şanı yürüsün diye Hint Okyanusu ve Büyük Okyanus gibi devleri aşarak Japonya'ya gönderdiği, makineleri de olmasına rağmen asıl gücünü rüzgârdan alan 25 yaşındaki ahşap "Ertuğrul Fırkateyni"nin akıbeti de onun hastalıklı kafası yüzünden oluşmuş hazin bir öyküdür.
- Döneminde Bomonti Bira Fabrikası, çeşitli şaraphaneler, Tekirdağ Çorlu'daki rakı fabrikası da dâhil olmak üzere ülkenin değişik yerlerinde çok sayıda rakı fabrikası kurulmuş hatta yurt dışından, özellikle de Avusturya'dan rom ve kanyak ithal edilmiştir. Bizzat torunlarından birinin "içkiyi özellikle de romu sevdiği"ni anlattığı söylenir. Dolayısıyla aşırı dindar olduğu, Müslümanlığı dört dörtlük yaşadığı sözleri de masaldır. Üstüne üstlük, onun sayesinde çok büyük kitleler içkiye alıştırılarak, Allah'ın "İçme!" emrine itaat edemez duruma düşürülmüştür. Oysa kızı Ayşe Hanım babasının çok dindar olduğunu söylemektedir. Onun dindarlığı, Abdülhamidcilerin ve kadını kendilerinden başka hiç kimsenin görmemesi için düzenlemeler yapan günümüz tarikatçılarının hayallerine de kafa yapılarına da uymaz. Örneğin, kara çarşafın Müslüman kadınların tesettürüne uymadığını söyleyerek yasaklanmasını dile getiren de odur. Uzatmayacağım, inanmayanlar için bir adres vereceğim. Lütfen gidip baksınlar. İnşallah o da yok edilmemiştir. "Başbakanlık Osmanlı Arşivi: Yıldız Sarayı Başkitabet Dairesi No: 5894 Tarih 2 Nisan 1892". Belgede ifade edilen gerekçeler arasında bir tanesi var ki, işte onda II. Abdülhamid yerden göğe haklıdır ve onunla mutabık olduğum çok az şeyden biri de budur. Dinciler amaçlarına ters bu belgeye de mutlaka itiraz ederler. Belki de çoktan etmişlerdir.
- Yine "Başbakanlık Osmanlı Arşivi"ndeki belgelere göre Musevi Rothschild Ailesi’nden borç almış, bu borcun ezikliğiyle Yahudilerin Filistin'de toprak almasına izin vermiş ve Filistin meselesi böyle doğmuştur. Rothschild Ailesi’yle yaptığı ödeme planı 1955 yılına dek yayılmış; borçlarınıysa Cumhuriyet Hükûmetleri ödemiştir.
- Koskoca imparatorluğu ölüme sürükleyen II. Abdülhamid'in padişahlığı döneminde Düyun-u Umumiye gelip tepemize çökmüş; iliğimizi, kemiğimizi sömürmüştür. Bu borçları da aynen Rothschild ailesine ödenen borçlar gibi yine tek kuruş bırakmamacasına Türkiye Cumhuriyeti ödemiştir. Evet evet, Osmanlının tüm borçları, onurlu bir devletin yapması gerektiği gibi, kuruşu kuruşuna Türkiye Cumhuriyeti tarafından ödenmiştir. Yalan tarih üreticilerinin "Atatürk Osmanlıyı reddetti" savını boşa çıkaran gerçeklerden biri de budur.
- Osmanlıcılık oynayan birtakım sahtekâr, onun Yahudiler ve Siyonizmle savaşan bir arslan olduğu masalını pompalayıp antisemitik bir kahraman yaratma peşindedirler. İşin doğrusuysa tam tersidir. Antisemitik kahraman olmadığının göstergelerinden biri de Yahudilerin 1901 yılı "Roş Aşana Bayramı" için bastırılan tebrik kartlarındaki resimlerdir. Kartlardaki figürlerden biri "II. Abdülhamid" diğeriyse "Siyonizmin babası Theodor Herzl"dir. Milletin içindeki gruplardan birinin bayramının kutlanması da o kutlama mesajında padişahın resminin bulunması da doğaldır. Olması gereken de budur. Yanlışlık, karşısındaki kişinin Herzl olmasıdır ve bu durum siyasi açıdan büyük bir yanlıştır. Bu yanlış, onun etrafında yaratılmaya çalışılan siyonizmle savaşan arslan imajını da yıkar.
GERÇEKLER
Ulular Ulusu Padişah Sultan II. Abdülhamid Han [öf, ne unvan ama (!)] "Osmanlıcı, Yeni Osmanlıcı, sahte milliyetçi, dinci ve ortalık karıştırıcı"ların Cumhuriyet'e karşı çıkartmaya çalıştıkları bozuk bir efsaneden başka bir şey değildir." Zavallı adamı bari dengi biriyle kıyaslatsalardı.
Recep Bey'in paraları sıfırlama becerisini gösteremeyen oğlu Bilal, "Son Büyük Sultan Abdülhamid Han'ı Anlamak" adıyla bir konferans düzenlettirmiş ve orada "Abdülhamid Han'ı yediler, biz Tayyip Erdoğan'ı yedirmeyeceğiz." demiş. Çok güldüğüm bu saçmalık için hiçbir yorumda bulunmayacağım ama hâlen onlar tarafından yenmekte olan bu milletin bir ferdi olarak şunu söylemeliyim ki, şu ana kadar yazdıklarımın tamamı gerçektir, resmî belgelerle doğrulanmıştır. Uzatmamak için bu sayfalara almadığım olay sayısıysa yazdıklarımın kat be kat üstündedir.
Evet! Allah'ın rahmetine gitmiş bu adamcağız hakkında anlatılacak o denli olay var ki yazmaya kalksam birkaç ciltlik kitap olur. O kitapları da "Abdülhamid ulu handır." saplantısındakiler asla almaz. "Abdülhamid Kızıl Sultan'dır." diyenlerse konuyu bildikleri için zaten alıp okumazlar. En iyisi "Allah rahmet eylesin, Allah günahlarını affetsin!" diyerek konuyu kapatmak!..
SON NOT
Biliyorum, yazı çok uzun oldu ama şu soruyu da sormadan geçemeyeceğim:
II. Abdülhamid'in uygulamaları size kimi, hangi ülkenin bugünkü durumunu hatırlatıyor?
II. Abdülhamid'in uygulamaları size kimi, hangi ülkenin bugünkü durumunu hatırlatıyor?
Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olduğu, varlığını Türkiye'ye borçlu olduğu hâlde Abdülhamid'in peşinden giden o adam ve ona biat edenler kim?
Siz ne dersiniz bilmem ama bence Recep Bey, nemacı dostları ve gerçekler yerine hurafelerle uğraşan YYKY'lerdir.
BİLGİ NOTU
*YYKY: Dileyen "Ye Ye Koş Ye" olarak da okuyabilir.
Anlamı "Yandaş, yağdaş, koldaş, yoldaş" demektir.
*YYKY: Dileyen "Ye Ye Koş Ye" olarak da okuyabilir.
Anlamı "Yandaş, yağdaş, koldaş, yoldaş" demektir.
Günay Tulun 3.3.2018/18.11
PADİŞAH II. ABDÜLHAMİD'İN İSMEN BİLİNEN "KADINEFENDİ, HANIMEFENDİ ve GÖZDELERİ"
1. Nâzikedâ Başkadınefendi [1850 - 1895]: 1863'te Dolmabahçe Sarayı'nda evlenmiştir.
2. Safi-Naz Nur-Efzun Kadınefendi [1851 – 1915]: 1868'de Dolmabahçe Sarayı'nda evlenmiştir.
3. Bedrifelek Kadınefendi [1851- 1930]: 1868'de Dolmabahçe Sarayı'ında evlenmiştir.
4. Bîdar Kadınefendi [1858 – 1918]: 1875'de Yıldız Sarayı'nda evlenmiştir.
5. Dil-Pesend Kadınefendi [1865 – 1901]: 1883'te Yıldız Sarayı'nda evlenmiştir.
6. Mezîde Mestan Kadınefendi [1869 – 1909]: 1885'de Yıldız Sarayı'nda evlenmiştir.
7. Emsal-i Nur Kadınefendi [1866 – 1950]: 1885'te Yıldız Sarayı'nda evlenmiştir.
8. Müşfika Kadınefendi [1867 – 1961]: 1886'da Yıldız Sarayı'nda evlenmiştir.
9. Sazkâr Hanımefendi [1873 – 1945]: Evlilik kayıtlarına ulaşılamadı.
10. Peyveste Hanımefendi [1873 – 1944]: 1893'te Yıldız Sarayı'nda evlenmiştir.
11. Fatma Pesend Hanımefendi [1876 – 1925]: 1896'da Yıldız Sarayı'nda evlenmiştir.
12. Behice (Maan) Hanımefendi [1882 - 1969]: 1900'de Yıldız Sarayı'nda evlenmiştir.
13. Saliha Naciye Hanımefendi [1887 - 1923]: 1904'te Yıldız Sarayı'nda evlenmiştir.
14. Dürdane Hanımefendi [1867 - 1955]: Evlilik kayıtlarına ulaşılamadı.
15. Calibos Hanımefendi [1890 – 1955]: Evlilik kayıtlarına ulaşılamadı.
16. Nazlı Yâr Simperver Hanımefendi [? - ?]: Evlilik kayıtlarına ulaşılamadı. Gözdelerinden olabilir.
17. Nevcedid Hanım: Gözdelerinden olduğu söyleniyor.
18. Bergüzar Hanım: Gözdelerinden olduğu söyleniyor.
19. Levandit Hanım: Gözdelerinden olduğu söyleniyor.
20. Ebru Hanım: Gözdelerinden olduğu söyleniyor.
21. Sermelek Hanım: Gözdelerinden olduğu söyleniyor.
NOT: Bu 21 kişinin dışında başka isimlerden de söz ediliyor.