"Büyük şehir insɑnını büyüleyen ɑşktır, ɑmɑ ilk bɑkıştɑ değil, son bɑkıştɑ ɑşk." Walter Benjamin
1940’ta nazilerin eline düşmemek için intihar etmesi Walter Benjamin'in yaşamını dramatik hale getirmiştir ancak yapıtları yaşadığı sanayi devrimi sırasında düşünceleri de oldukça ilginçtir. O dönem aydınları arasındaki hiçbir şey umut edildiği gibi olmamış yaygın olan olan melankolik yaklaşım yapıtlara da aynı şekilde umut ve hayal kırıklığı biçiminde yansımıştır. Das Passagenwerk (Pasajlar) adındaki kitap Walter Benjamin'in kentler ve
kültürel gelişme arasındaki ilişkileri ele alan bu alandaki nadir yapıtlardan biridir. Aragon'un 1919’da opera pasajının yıkılacak olması üzerine yazdığı metin, “bu pasaj için ’insan akvaryumu’ (yani, bugüne ait bilmecelerin çözüldüğü düne ait bir kalıntı) demesi, Benjamin açısından büyük bir ilham kaynağı olmuştur”... Edebiyat eleştirmeni N. Gürbilek kitapla ilgili olarak bir konunun altını çiziyor ve"Walter Benjamin, geçmişi sonraki kuşaklara aktarılacak bir hazine olarak değil, bir enkaz olarak görüyordu." diyor...
kültürel gelişme arasındaki ilişkileri ele alan bu alandaki nadir yapıtlardan biridir. Aragon'un 1919’da opera pasajının yıkılacak olması üzerine yazdığı metin, “bu pasaj için ’insan akvaryumu’ (yani, bugüne ait bilmecelerin çözüldüğü düne ait bir kalıntı) demesi, Benjamin açısından büyük bir ilham kaynağı olmuştur”... Edebiyat eleştirmeni N. Gürbilek kitapla ilgili olarak bir konunun altını çiziyor ve"Walter Benjamin, geçmişi sonraki kuşaklara aktarılacak bir hazine olarak değil, bir enkaz olarak görüyordu." diyor...
Ütopya konusu ve ütopik yazın alanı oldukça geniş... Miguel Abensour Ütopya da iki ismin bu alana katkılarını ele almıştı: "Projemiz daha ziyade ütopyayı yazgısının iki güçlü anında kavramak: Önce şafağında, sonra da Walter Benjamin'in felaket dediği en son tehlike karşısında." diyordu.. Paris özelinde -ki sanayileşmenin başlarında burjuvazi açısından (Haussman vs) Paris Komünü dolayısıyla özel bir kentleşmecilik planı alanına- konu olmuştur."Pasajları flaneur'le ilişkilendirirken, Walter Benjamin'in şiirsel düşüncesi bu mekanı flanörün gezintisinden koparır ve phalanster'in sokak-galerisiyle ilişkilendirir." der Abensour (S.64, L'Utopie de Thomas More a Walter Benjamin, Versus Kitap)...
Sosyalist ütopyacı C Fourier in ortaya attığı bugün artık pratikte önem kazanmaya yer edinmeye başlayan perma kültür alanıyla yakın ilişkili ütopik bir kavramdı falansterler...Toplu yaşam alanı tasarımı bir toplu yaşam modeli...Doğa ile üretimi barıştıran... Flaner yani flaneur'ün sözlük anlamı ise boş boş gezinmek sürtmek demektir. Ancak Baudlaire'in kullandığı anlamda "şehri deneyimlemek için sokakları yürüyerek gezen kişi" demekti. Şairin türettiği anlamda.... Çünkü Pasajlar’ın etrafında döndüğü merkezlerden bir diğeri, Baudelaire ve özellikle de onun en meşhur eseri Kötülük Çiçekleri idi...
Bu konuya nerden geldim... Bursa sokaklarında dolaşıyorum... Bursa'da kentleşme konusunda ipin ucu kaçmış... Şehirde son yıllarda tek tek uluslar arası oteller açılıyor. Hilton, Sheraton, Divan şu bu... Pazarlama alanında pek başarılı olamadıkları için yabancılara da "buyrun gelin" denilmiş... Belli ki kent turizm için elverişli varsayılıyor...Benim 25 yıllık yerel yönetim çalışmaları sırasındaki gözlemim de bu yönde.. Tabi bunda diğer ekonomik faaliyet alanlarında maliyetlerin yüksek olması ve kapsam gerektiren (arge vs) teknik altyapıda yeterli birikimin olmaması da etken...Yani işin kolayına kaçanlar için imdi yağlı kapı: Turizmcilik... Bu yüzden bu alana teşvik de çok olmuştur hep.. Ancak turizmle gelişmiş bir ülke örneği ise pek yok o başka...
İşte böylesi bir kentin sokaklarında dolaşıyorum...Önce ver elini Pazar Pazarı.. Doğduğum, çocukken gezindiğim sokakları, binaları resimliyorum...Bir eski dosta rastlıyorum... Ne yapıyorsun Tamer resim mi çekiyorsun diye soruyor... "Bilmiyor musun ben karışık adamım" diyorum... Şakasına gülüyor. "Bilmem mi.".. Pazarcıların atışmacıları: Biri karşı sergiciye "Yaşa Vatan Yaşa Millet dersiniz" diyor ekliyor: "Ama düzelten gene sizsiniz.." Gülmem mi...
İşte böylesi bir kentin sokaklarında dolaşıyorum...Önce ver elini Pazar Pazarı.. Doğduğum, çocukken gezindiğim sokakları, binaları resimliyorum...Bir eski dosta rastlıyorum... Ne yapıyorsun Tamer resim mi çekiyorsun diye soruyor... "Bilmiyor musun ben karışık adamım" diyorum... Şakasına gülüyor. "Bilmem mi.".. Pazarcıların atışmacıları: Biri karşı sergiciye "Yaşa Vatan Yaşa Millet dersiniz" diyor ekliyor: "Ama düzelten gene sizsiniz.." Gülmem mi...
Ve bir ihtiyar amca denk çıkıyor karşıma... Büyük şans.. Ona da çay ısmarlıyorum: "Oğlum yanlış anlama" diyerek başlıyor.... Belli ki bu yaşına rağmen mahalle baskısının gadrine uğramış, o yüzden tedbir alıyor... Buyur amca diyorum.. Başlıyor. "Bunların akılları almıyor amma..."
S.Merinos'un kapatılmasından dem vuruyor...Oh be diyorum içimden .. Uzun zaman oldu, aklı başında bir insana denk gelmiş olmanın huzuru var şimdi bende... Dağ yöresinden olup da böyle düşünmesi daha da şaşırtıcı oluyor benim için...Çünkü orası Bursa'da o malum çevrenin seçimlerde neredeyse tulumlar çıkarttığı bir bölge..
Bir daha görüşmek umuduyla vedalaşıyoruz...
Bir işadamı hayat hikayesini anlatıyor; memleketimin yeşiline benziyor diye kalkıp Bursa’ya gelmiş Karadeniz’den. Sanırsınız ki çevreci falan olup bu işlerle uğraşacak ama bakıyorsunuz girdiği işe: İnşaat..
Bu Bursa örneği…
“Derdim: yeter, sakin ol, dinlen biraz artık;
Akşam olsa diyordun, işte oldu akşam,
Siyah örtülere sardı şehri karanlık;
Kimine huzur iner gökten, kimine gam.”
Akşam olsa diyordun, işte oldu akşam,
Siyah örtülere sardı şehri karanlık;
Kimine huzur iner gökten, kimine gam.”
(İçe Kapanış, Kötülük Çiçekleri, Charles Baudelaire)
-2-
-2-
Bursa’nın yeşili Karadeniz’in yeşili ile tabi mukayese edilemez. Ama iç Karadeniz; Bayburt hariç mesela…
1980’lerin sonları.. Acemi birliğinden dağıtımım Trabzon’a yapılmış 3 gün orda misafir edildikten sonra Bayburt’a dağıtımımızı çıkartıyorlar. İlkbahara girmişiz. Terminalden bir otobüse bilet alınmış en arka koltuklarda 5 kişilik. Astsubay beni işaret ediyor: “Bunlardan sen sorumlusun eğer bir şey olursa” diyor tehditvari.. Aynı şefkati İstanbul’la Bayburt’taki subaylardan da görmüştüm nedense. Bir tanesi özellikle takmıştı bana. Onun tavrı çok açıktı zaten: "Sen terörist misin lan!" şeklinde hitap etmişti bir defasında, bunu hayatım boyunca unutamadım. Adamın yüzünü bir daha görmemek için sıhhiye ihtiyat subaylarından biriyle anlaşmıştık da tezkereyi revirde alıp terhis olmuştum. Ben ve arkadaşımı mahkemeye vermiş cezanın azlığını yedirememişti kendine. Zira biz ikimiz de garnizon komutanının yanındaki kısa dönemlerdendik. Bayburt’u böyle anımsarım.
Bir de şu “Bayburt Bayburt olalı” diye anlatılan Bayburtlu hikayesiyle. Başka o yıllardan aklımda kalan bir şey yok . Olmadı. Küçük bir yerdi Bayburt. İlk indiğimizde kışlaya teslim olmamış şehri tanımak için bir otele yerleşmiştik. Şehir dediysem metropolde yaşayanların aklına gelecek türden bir şey değil. İki tane bina vardı bomboş Bayburt arazisinin orta yerinde ikisi de terk edilmiş… Biri hemen askeriyenin yanında tuğla fabrikası diyorlardı. Almancıların yaptığı sonra işletemediği. Kapanmış. Diğeri de bir un fabrikasıymış. Sonra yıllar geçti aklımda ne Bayburt kaldı ne de oradan hatırlamak istediğim herhangi şey. Askerde önüme savılan törenlere ilişkin görevlerimi anımsıyorum bir de. Dini bayramda şeker tutma, milli bayramda şiir okuma gibi. Bayburt merkezinde yol kenarına kurulmuş kürsüde şiir okuduktan sonra Bayburtlu bir amcanın ellerini arkasına kavuşturmuş dikkatle beni dinlediğini farkettim. Bu şiir okuma faslından sonra aşağıya bakınca gözgöze gelmiştik beni alkışlarken "heyecanlandın evlat" falan demişti. Onu unutamadım bir de. Yaptığım sadece bir roldü o zaman aslında o kadar... Adı zikredildikçe sağda solda bu da aklıma gelir.
Bayburt. Tutucu bir yer.
Bayburtlular hemşericilik aklıyla belki savunabilirler: "Bayburt çok büyüdü gelişti eski Bayburt değil" falan diye. Bu mahrumiyet bölgesinde neyin açılışıdır ne açılabilirdi ki başka. Bayburt’ta... Bayburt Bayburt’tu işte... Bursa’da yaşadığımı öğrendiklerinde yeşil ve güzel bir yer olduğunu söylerlerdi Bayburtlular hep. Çoğunun aklı dışarıda ve çoğu da göçmendi zaten. Üniversite açılmış şehir dışa biraz genişlemiş ama hiçbir yerde Bayburt’la ve üniversitesi ile ilgili bir haber duyulmuş muydu sanmam. Sıradan bir “tabela üniversitesi” işte.. ANAP’ın geçmişte yol yapıp kendine bağladığı muhafazakar halkıyla bilinen küçük bir Anadolu kasabası... Yani “Yaban” (hani Y.Kadri’nin romanında milli mücadele sırasında Anadolu’da küçük bir köye yerleşen subayın başından geçenleri anlattığı roman, köylülerin ihtiyat subayına taktığı sıfat, köylüler tarafından yadırganması durumu) ... Ben hep o gözle bakmıştım açıkçası. Belki bana da öyle bakmışlardı. Belli ki herkes birbirine öyle bakmıştı… Sadece bana eşlik eden bir Nazım şiiri...
Topraktan öğrenip
kitapsız bilendir.
Hoca Nasreddin gibi ağlayan
Bayburtlu Zihni gibi gülendir.
dizeleriyle aklıma geliyor.... Bir de şimdi Berhan Şimşek ve Orhan Hakalmaz’ı bilirim Bayburtla alakalı işte onlar kadar….Bayburt gezi direnişinde sesi çıkmayan iki şehirden biri idi (diğeri de Bingöl). Sağ siyasetin siyasetçinin arada sırada çalım sattığı bir yerdi bana göre.
Hep böyle merasimler için muhafazakar kentlerin seçilmesini yadırgamıyorum artık bu sadece bir taktikti o kadar…. Suikast deyince birilerinin sadece fasa fiso deyip geçtikleri Susurluk hadisesi mi akla geliyor.
Türkiye’nin geçmişi bunlara halbuki hiç yabancı değildi. Derin devlet ve kontrgerilla kavramları öyle yeni şeyler değildi. Talat Turhan kullanmıştı ilk olarak, sonra DAS; gizli kurulan Dinamik Ana Strateji örgütü… Hatta Sabri Yirmibeşoğlu "6-7 Eylül olayları Özel Harp işidir muhteşem bir örgütlenmeydi amacına da ulaştı" demişti açık açık.. Ajitatör olan adam da valilik gibi makamlara bile ulaşmıştı sonradan. Sonra Paul Henze’nin "Bizim çocuklar başardı" demesi. Fuller in Anadolu’yu adeta bir kıvılcıma bakar barut fıçısına benzetmesi ve tertipler tertipler…
Gazetecilerin tutuklanması hukukçunun katledilmesi bunlar da Rusya’yla yaşanan krizin ardından gündem değiştirmeceydi.. Birileri bu işleri üstleniyordu o kadar…
Bayburt mu.. Aynı Bayburt değişen ne olsun ki, ne demişti Nazım Kuvayi Milliye Dastanı’nda:
Onlar ki toprakta karınca,
suda balık,
havada kuş kadar
çokturlar;
korkak,
cesur,
câhil,
hakîm
ve çocukturlar
ve kahreden
yaratan ki onlardır,
destânımızda yalnız onların mâceraları vardır.
Bayburt’un il olma hikayesi 1980’lerin sonlarına rastlıyor. Benim yukarıda anlattığım askerlik dönemime denk geliyor. Şehir hakkındaki “opera tepkisi”rivayeti ise sanırım 90’ların ortalarında Milliyet’te yayınlanmıştı. Ben o yıllarda Zülfü Livaneli’nin bir köşe yazısında okumuştum onu. Livaneli de “Bayburt Bayburt olalı” diye başlayan o ünlü anekdotu bir arkadaşından duyarak aktarmıştı köşesinde. İlginç olan Bayburt’un 4-5 dönem hep aynı 1-2 ismi milletvekili olarak Meclis’e göndermeleriydi. Hepsi de sağ partilerden, liberal ve muhafazakardılar…
Bu da Bayburt örneği işte…
-3-
“Kapitalizm, toplumsal evrimi ekolojik evrimle tamamen uyumsuz hale getirmiştir.” Murray Bookchin
Bütün ütopyalar sonuçta dönemi içinde toplumların karşılaştıkları sorunlar için öneri getiren anahtarlar niteliğindedir ve bunu gizli anlatımlar ya da göndermelere başvurarak yapar. Bu düşlerle dünü (nostalji) ve gelecekle ilgili tasarımlarla da (hayal) yarını kapsar. Her yönüyle ütopya yazını elbette edebiyatta önemli bir alanı doldurur.
“Ütopyalar, çoğunlukla toplumsal krizlere bir yanıt olarak ortaya çıkarak toplumların dönüşümünü amaçlarlar.” diyor Sadık Usta (S.40, Türk Ütopyaları, Kaynak Yayınları). Ancak Abensour’un “Ütopyadan yoksun bir toplum, tam anlamıyla totaliter bir toplumdur.” sözünü sırf totaliter toplumlar için sarfettiği iddia edilmemeli…
“Ütopya sözcüğü, bildiğimiz gibi, bir kelime oyununun ürünüdür. Yunancada, yer/mekan anlamına gelen ‘topos’un başına olumsuzluk takısı eklenerek icat edilmiştir: U-topos, olmayan yer, yok-ülke.”(Ütopyalar Dizisi, Kaynak Yayınları)
M.A.Kılıçbay, Leviathan’a (Thomas Hobbes) yazdığı önsözde ise şöyle diyordu:“Her ütopya , bir cennet veya bir cehennem senaryosudur ve modelini haritada terra incognita diye gösterilen yerlerden alır.” Yani bilinmeyen yerlerden…O sebeple keşifler çağı olarak anılan 15 ve 16. Yy’da Avrupalılar için Asya ve Amerika terra incognita olmuştur. Keşif bekleyen deniz ötesi topraklar bilhassa adalar ise Avrupalı yazarlar için birer ütopya konusu…
Tıpkı Beydeba gibi, Ezop gibi, La Fontainne gibi Yaşar Kemal, Fakir Baykurt’u da edebiyatımızın fabl ustaları kabul etmek gerekiyor. Çocukluğumda okuduğum Y.Kemal’in “Filler Sultanı ve Topal Karıncası” ile Fakir Baykurt un “Sakarca” adlı çocuk kitaplarını bu kategoride saymak yanlış olmaz… Bu iki ustanın andığım yapıtları hem hayat görüşümü şekillendirmiş hem de bana kitap okuma alışkanlığını aşılamışlardır. Zülfü Livaneli’nin “Son Ada” adlı romanını okuduğumda üniversite yıllarında okuduğum Cüneyt Arcayürek’in o yıllarda kaleme aldığı “Ku-de-ta” adlı roman aklıma gelivermişti. C.Arcayürek ve Z.Livaneli iki ayrı ada hikayesi anlatmıştır.
Kudeta (Coup d’Etat), hükümet darbesi anlamına gelen Fransızca bir sözcüğün okunuş şekli idi. Düşsel bir adada geçen olayları anlatır. 1985’te yayınlanan kitap 12 Eylül askeri darbesinden sonra sivil yaşama geçişi anlatır: Serbest piyasa, özelleştirme, liberalizm uygulamaları vs.
Ada ile ilgili tabi ki tavsiye edilmesi kadar Y.Kemal’in kitaba yazdığı önsözdeki “Zülfü büyük kapıdan bu romanıyla girmiştir.” şeklindeki övgü dolu sözler alıp okumamda etkili olmuştur. Livaneli’nin 2008 yılında yayımlanan romanında anlatıcı “son sığınak, son insani köşe” dediği bir adaya sığınıyor.
Ada birlikte üretip (fıstıkçamı) kazancın paylaşıldığı ütopik bir adadır. Başta sessiz kendi halinde insanların yaşadığı (40 hane) bir diktatörün gelmesiyle değişmeye başlıyor. Kötüye giden ve en sonunda adanın doğal dengesinin de bozulmasına yol açan olaylar (martıların öldürülmesi, zehirli yılanların ve tilkilerin çoğalması) ekseninde distopik bir hikayeye dönüşümünü anlatıyordu. Roman için, “Toplumun ve doğanın kendi dengelerini bulacağı, daha doğrusu bulması gerektiği üzerinde yoğunlaşıyor. Eğer bu dengelere müdahale etmeye kalkarsanız, sonuç felakete varıyor; hem doğa mahvoluyor hem insan.” diyordu Livaneli.
Her iki roman dönemin siyasal ve toplumsal yapısını hicveder. İlki 80’li yıllar ikincisi yakın siyasal tarihimizi. Ütopyadan distopyaya dönüşen iki romandaki ortak başka bir özellik de tıpkı Yaşar Kemal ve Fakir Baykurt’un başvurdukları gibi hayvanları kişileştirmeleri olayların içine katmalarıydı:
“Herkes özgür olacak, insanlar, tavşanlar, yılanlar diledikleri gibi yaşayacaklar, aralarında tartışacaklardı. ‘Ada için ne düş’ dedi.” (Kudeta, S.138). Her iki romanda da tavşanlarla, tilkilerle, yılanlarla savaşıyordu ada halkı…
Birçok mekanda geçen ütopya türleri var: Ada, kıta, gökyüzü...
En bilinen iki ada hikayesi Platon’un aktardığı “Atlantis” ve F.Bacon’un yazdığı“Yeni Atlantis”ti. En son okuduğum ada ütopyası (distopyası) ise Bernard Beckett’in “Genesis”i (2006)…
Yakın gelecekteki ütopyaların bir çoğu karamsardı ve birer distopyaya dönüşüyordu. En bilinenlerinden arasında H.Wells’in “Zaman Makinası”Aldoux Huxley’in “Cesur Yeni Dünya”, Cormac McCarthy'nin “Yol” (2006) adlı kitapları da sayılabilir. Her biri aslında post- apokaliptik (kıyamet sonrası bilim kurgu) hikayeler… Wells’e göre upuzun yıl sonra (800 bin yıl) iki farklı biyolojik ırk gelişiyordu: Yukarı dünyalılar ve yeraltında yaşayanlar (Morlocklar). Morlockların durumu pek iç açıcı değildi. Beckett’in Genesis (Oluşum) adlı romanı da işte böyle bir gelecek öngörüyor: Büyük savaşlar, çevre kirliliği, iklim değişiklikleri, salgın hastalıklar vs. sonucunda bir adaya sığınan insanların kendi geliştirdikleri androidlerle (yapay zeka) karşı karşıya kalışını anlatan felsefik türde bir distopyası...
Son zamanlarda peşpeşe yeniden yayınlanan 3 deniz ütopyası da dikkate değer: “Sürü” (Frank Schatzing), “Kedi Beşiği” (Kurt Vonnegut) ile “Ada”(Aldoux Huxley). Şimdilerde bunları okumaktayım...
Üniversite’yi 1980’lerde İzmir’de okudum. Vaktimizin büyük kısmı Bornova’da geçerdi. 1997’de babamla hem yakın ziyareti hem not dökümü (transkript) almak için tekrar İzmir’e gittiğimde büyük hayal kırıklığı yaşamıştım. O yılların İzmir’i şimdiki gibi kalabalık ve gürültülü bir şehir değildi (Şimdi hangi büyük şehir öyle değil ki?). Eli kolu sallayarak yürüdüğümüz o bomboş Bornova caddelerinden karşıdan karşıya geçmek için artık beklememiz gerekecekti. Karşıyaka’da da aynısını yaşadık. Bu defa yolda yürürken insanlarla çarpışır hale gelmiştik.
25 yıl sonra babamı kaybettikten sonra yeniden yolum İzmir’e düşmüştü. Çeşme’ye giderken arkadaşımla yol üstündeki İzmir’de duraklayıp dolaşmak içimizden bile geçmemiştir.
YANKI magazinsel üslupla siyasi yayın yapan ve okulda da idareciler tarafından takip edilen bir dergiydi. O yıllar çeşitli dergilere seçtiğim konular basın-yayın ile eğitim sorunu üzerine olurdu. Böyle bir düzine yazı...
Öğretim görevlimiz Şadan Gökovalı’nın tertiplediği bir üniversite gezisi sonrası İzmir üzerine de bir yazı kaleme alıp dergiye göndermiştim. Kadifekale’nin bakımsızlığından, çevresindeki düzenlemelerin özensizliğinden falan bahsetmiş ve şöyle demiştim:“Kadifekale’nin çevresine gelişigüzel serpiştirilmiş birkaç çiçekten ibaret görüntü yaratılmış sadece. Gezmek için ne bir yol var, ne hocamızdan başka bir rehber. Ne bu yerlere gereken önemi veriyoruz ne de tanıtımını yapabiliyoruz buraların. Oysa hemen her Avrupa ülkesinin broşürlerinde eser ne kadar yıpranmış da olsa çevresi iyi onun için güzel görünüyor. Adamlar sahip oldukları tarihi eserleri çok iyi koruyorlar, adeta simgeleştiriyorlar.” (Sayı 776, 10-16 Şubat 1986).
İzmir’i bir fuar günü avlusunda sabahladığımız sabunsuz Basmane hotellerinden birinden de anımsamadan edemiyorum… Ve sabun isteyince adamdan yediğim fırçayı da unutamam…
Uzun yıllar oldu İzmir’e hiç gitmedim bir daha. Sadece İzmir’le ilgili iyi kötü bir şeyler anımsıyorum. Nasıldır ne haldedirler o anımsadıklarım bilmem. Şimdi ise İzmir’le ilgili güzel şeyler duyuyorum sadece. Umarım duyduklarım gibi hepsi daha iyi durumdadırlar şimdi. O zamanlar en azından böyleydiler…
Bursa’da restorasyon, renovasyon, restitüsyon vs. adı altında yıkılıp yeniden yapılan eski eserlerin akıbetini görünce İzmir için güzel şeyler temenni etmekten başka aklıma bir şey gelmiyor çünkü…
Ve bu da İzmir örneği idi.
Ütopya şehirlerinin çoğu aşırı kalabalık, sağlıksızlık ve pahalılık (yapı malz.) gibi gereksinimlerle tasarlanmıştı. Yaşam koşulları, hava kirliliği, trafikte harcanan zaman ve park ile yeşil alan yoksunluğu gibi nedenlerle de sadece mekanı değil toplumsal yapıyı da yani bir ideal kenti de hedeflemiştir. Bu ideal fikirlerden hiç biri hayata geçirilmemiş olsa da çoğu uygulanan mimari tasarımlara; prefabrik yapılara, yer altı sığınaklarına, çağdaş metropollere, uydu kentlere vs. esin kaynağı olmuşlardır.
3 kent.. Yaşamımda yer kaplamış bu üç kentin hiçbiri benim için ütopya değildi. Geçmiş ve gelecek; kayıplarımız ve beklentilerimizdi bizim ütopyalarımız…