"... Bu dağdan geçtikten sonra Oğuzlar diye bilinen bir Türk kabilesinin bulunduğu yere ulaştık. Onlar, kıl çadırlarda oturan ve konup göçen Yörüklerdi. Göçebelerde âdet olduğu gibi, sık sık yer değiştirdikleri için yer yer onlara ait çadırlar görülüyordu. Çok güç şartlar altında yaşıyorlardı.
Bunlar yolunu kaybetmiş eşekler gibidirler. Bir dine inanmazlar, işlerinde akıllarına başvururlar. Hiçbir şeye ibadet etmezler. Aksine büyüklerine rab derler. İçlerinden biri reisine bir şey danışırsa, ona 'Ey Rabbim, bu hususta ne yapayım?' der.
Aralarındaki işleri meşveretle hallederler. Bununla beraber bir şeyde ittifak edip onu yapmaya karar verirlerse, içlerinden en aşağı ve en değersiz olan biri gelip ittifaklarını bozabilir. Allah’a inandıkları için değil de, sırf yurtlarından geçen Müslümanlara yaranmak için aralarında 'Lâ ilâha illâ Allâh' diyenleri gördüm.
İçlerinden biri zulme uğrar veya sevmediği bir şey görürse başını semaya kaldırıp 'Bir Tanrı!' der. Bu Türkçe 'Bir Allah' demektir. Zira Türkçe’de 'bir' vâhid ve 'Tengrî' ise Allah demektir.
Küçük ve büyük abdestten sonra temizlenmezler. Cenabetten ve diğer hususlardan dolayı yıkanmazlar. Bilhassa kışın su ile hiçbir ilişkileri yoktur. Kadınları yerli ve yabancı erkeklerden kaçmazlar. Aynı şekilde, kadın, vücudunun hiçbir yerini insanlardan gizlemez.
Bir gün bir adamın evine misafir olmuştuk. Adam ve karısıyla beraber oturuyorduk. Kadın bizimle konuşurken bir aralık gözümüzün önünde avret yerini (fercini) açıp kaşımaya başladı. Biz utancımızdan yüzlerimizi kapayıp 'Estağfurullah!' dedik. Kocası güldü. Tercümana, 'Onlara söyle; Bu kadın onu sizin huzurunuzda açıyor. Siz onu görüyor ve koruyorsunuz. Sizden ona hiçbir zarar gelmiyor. Bu hareket, kadının onu örtüp de başkalarına müsaade etmesinden daha iyidir.' dedi.
Zina diye bir şey bilmezler. Böyle bir suç işleyen birini ortaya çıkarırlarsa onu iki parçaya bölerler. Şöyle ki: Bu kimseyi iki ağacın birbirine yaklaştırılmış dallarına bağlarlar. Sonra, bu dalları bırakırlar. Dalların eski durumuna gelmesi neticesi, o kimse iki parçaya bölünür...
Bir Türk’ün yurdundan, tanımadığı bir kimse geçip ona 'Ben senin misafirinim. Develerinden, hayvanlarından ve parandan şu miktara ihtiyacım var' derse, Türk istediklerini ona verir. Eğer tacir bu yolculuğu esnasında ölür ve kafile geri dönerse, Türk, kafiledekilere, 'benim misafirim nerede?' diye sorar. 'Öldü' derlerse kafilenin yüklerini indirtir. İçlerinde en akıllı tanıdığı tacire vararak yüklerini onun gözü önünde çözer. Bir zerre fazlasız, ölen tacire verdiği kadar, bu tacirin paralarından alır... Aynı şekilde, bu tacirin develerinden ve hayvanlarından, verdiği miktarı da alır...
Oğlancılık onlar arasında çok büyük suçtur."(*)
Birçok insan tarafından kabul edilemeyecek hususları, kimi çelişkileri ve atalarımız hakkında hakarete varan hususları ihtiva etse de İbn Fadlan tarafından verilen bilgiler; Türkler arasında ilk devirlerde bile var olan demokrasiyi, karşılıklı müşavereyi, aklın önemini, toplumun bütün kesimlerinin kendilerini ilgilendiren kararlarda söz sahibi olduğunu, kadın-erkek eşitliğini, tek tanrı inancını göstermesi açısından oldukça önemlidir. Bütün bunlar, esasen Kur'an'ın yapılmasını emrettiği İslami davranış modelleridir.
Bu bilgiler, her şey bir tarafa, İbn Fadlan’ın mensup olduğu insanlar arasında yaygın olan ve İslâm’ın yasakladığı faizcilik, fuhuş, zina, oğlancılık, ibnelik, sübyancılık ve zayıfın malına el koyma gibi birçok çirkin geleneğin, Türkler arasında İslâmiyet’ten önce de olmadığını göstermesi açısından kayda değer bilgilerdir.
Dolayısıyla bu tür olayları zaten kötü gören Türk töresi, aynı olayları kötü gördüğünden onları ortadan kaldırmak için mücadele veren İslâm Dini ile kaynaşmakta ve onu benimsemekte hiç de zorlanmışa benzemiyor. Zaten Türkler arasında İslâmiyet’in, özellikle 10. yüzyıldan itibaren hızla ve büyük oranda gönüllülük esasına bağlı olarak yayılmasının gerçek sırrı da burada gizlidir.
İbn Fadlan'ın anlayamadığı veya kavrayamadığı, belki de Türkleri aşağılamak maksadıyla abartılı ve art niyetli olarak aktardığı hususlara gelince:
İbn Fadlan'a göre; Türkler, inanmadıkları halde sırf topraklarından geçen Müslümanlara yaranmak için "Lâ ilahe illa Allah" derlermiş!
Türkler topraklarından geçen Müslümanlara neden yaranmak ihtiyacı hissetsinler ki? Ayrıca onun Türklerin yaşadıkları coğrafyaya gittiği dönemde (10. yüzyıl), Türkler zaten İslamiyet'i kabul etmeye başlamış, İslam Orta Asya'ya kadar zaten yayılmıştı. Ayrıca o dönemde, Batı Türkistan'da da etkili olan İslam Devleti'nin yönetiminde Abbasiler vardır ve Türkler de devlet yönetiminde oldukça etkili konuma gelmişlerdir. Yani o sırada Türklerin, bölgelerinden geçen Müslümanlara yaranmak ve şirin görünmek gibi bir çabaları olmaması gerekir.
Öte yandan, Arapça "Rabb" kelimesi, İbranice "Rab" kelimesinden gelir, isim olarak "Tanrı" yani "Allah" yerine kaim ise de sıfat olarak "Efendi" ve "Üstün kişi" anlamlarına da kullanılmaktadır. Arapçadaki "Hazret" ve "Cenâbi" sıfatları ile aynı anlamlara gelir. Eğer Oğuzlar, bir konuyu büyüklerine danışırken "Ey Rabbim" diyorlardı ise bu "Ey efendim" ya da "Ey Beyim" demek istiyorlardı anlamına gelir.
Öte yandan, İbn Fadlan'ın seyahat etmiş olduğu Türk coğrafyasının en azından bir bölümünde 7. ve 10. yüzyıllar arasında (Museviliği benimseyen) Hazarlar devletinin egemen olduğunu ve "Rab" kelimesinin, İbranilikteki anlamıyla, yani "Efendi" yerine kullanılmış olabileceğini de hesaba katmak gerekiyor. İbn Fadlan'ın bu bilgileri, Musevi asıllı Türklerden duymuş olması kuvvetle muhtemeldir. Çünkü seyahate çıktığı dönem, o bölgede Hazarların siyasi varlıklarını sürdürdüğü dönemdir.
"İçlerinden biri zulme uğrar veya sevmediği bir şey görürse başını semaya kaldırıp 'Bir Tanrı!' der." şeklindeki ifadeleri ile de zaten kendi kendisini tekzip etmektedir İbn Fadlan. İfadelerinden anlaşılacağı üzere; karşılaştığı insanlar, tıpkı bugün bizim yaptığımız gibi, ellerini açıp Allah'a dua ediyorlar, sıkıntıya düştüklerinde O'ndan yardım istiyorlardı. Yani onlar gerçekten de samimi birer Müslüman'dılar.
"Küçük ve büyük abdestten sonra temizlenmezler. Cenabetten ve diğer hususlardan dolayı yıkanmazlar. Bilhassa kışın su ile hiçbir ilişkileri yoktur." ifadeleri de oldukça abartılıdır. Su kıtlığı yaşanan Arap çölünde yaşayan İbn Fadlan'ın ve kavminin, su ile barışık olmasına karşın, geleneksel olarak su kenarlarında yerleşen ve o sırada büyük akarsuların ve göllerin bulunduğu, özetle dünyanın en sulak bölgelerinden birisinde yaşayan Türklerin su ve temizlik ile ilgilerinin olmadığını söylemek, akla uygun gelmemektedir. Kaldı ki; birçok İslam alimi, su kıtlığını düşünerek olacak; büyük abdestten sonra taş ile temizlenme konusunda fetva vermişler, hatta Hz. Peygamber'in bu konuda hadisleri bulunduğunu söylemişlerdir.
"Kadınları yerli ve yabancı erkeklerden kaçmazlar. Aynı şekilde, kadın, vücudunun hiçbir yerini insanlardan gizlemez." dedikten sonra, misafir oldukları evde yaşananlarla ilgili ifadeleri de oldukça abartılıdır. Karşılaştığı Türk kadınları belki, Arap kadınları gibi çarşaflı değillerdi ve peçe takmıyorlardı ama herhalde açık saçık da dolaşmıyorlardı. Onlar hür kadınlardı ki; Türklerde kadın-erkek eşitliği vardı ve cariyelik sistemi bulunmuyordu. Bunu nereden anlıyoruz; elbette Orhun Abideleri'nde yazılanlardan. Çünkü orada Bilge Kağan, Türklerin zaman zaman yabancı milletlerin, özellikle Çinlilerin egemenliği altına girerek beylik oğullarının köle, hanımlık kızlarının cariye olduğunu söylemektedir. Buradan anlaşılıyor ki; Türkler için kölelik ve cariyelik, istenmeyen ve insan onuruna aykırı uygulamalardır.
Eğer gerçekten dediği gibi bir hadise yaşanmışsa, yani misafir olduğu evin kadını, erkeklerin yanında avret yerini kaşımış ise, bunu umuma şamil kılmak doğru değildir. Ferdî bir davranış olarak algılamak, yerinde olacaktır.
Aslına bakılırsa; Türklerin, Abbasi döneminden itibaren, Arapları yönetimleri altına almaları, Araplar üzerinde olumsuz etki yapmış ve Araplar, bir zamanlar köle ya da mevlâ (köle ile özgür insan arasında bir sınıf) olarak gördükleri Türklerin, kendilerini yönetmelerini bir türlü hazmedememiş, savaşlarda yenemedikleri bu insanları, yazarları, edipleri ve şairleri yoluyla kötülemeye ve karalamaya girişmişlerdir. Ancak "Güneş balçıkla sıvanmaz" hesabı, Türkleri karalarken ve kötülerken, ister istemez onların bazı faziletleri ve erdemli davranışları hakkında da çok kıymetli bilgiler vermek zorunda kalmışlardır: Tıpkı İbn Fadlan gibi...
Ömer Sağlam
(*) İbn Fadlan, Seyahatname, hzl., Ramazan Şeşen, Bedir Yayınları, İstanbul, 1975, s. 30-2, 34.