REFERANDUMA ÖZEL YAZI
“Condito sine qua non” ya da “Sine qua non” "Olmazsa Olmaz” anlamına gelen Latince bir deyim.
“Maurice Duverger”
siyaset bilimine önemli katkılar yapmış bir hukukçu, anayasa hukuku uzmanı…
Anayasa tartışmalarının yapıldığı şu günlerde okul yıllarında
hukuk derslerindeki hocalarımızın sık sık referans aldığı siyasi tartışmalarda da
sık sık adı geçen bir isim olduğu için Maurice Duverger ‘i bu yazı konusunun da
olmazsa olmazı olarak başa aldım.
Parti sistemleri ve seçim rejiminin birbirinden
ayrılmadığını ifade eden Duverger, 1974 yılında yazdığı kitapta net bir başlık
kullanmıştı: “Seçimle Gelen Krallar”
ABD dahil egemen partili sistemleri ve kuvvetler ayrımının
olduğu ülkeleri bile eleştiren Duverger anayasa değişikliği ile getirilmek
istenen Türk Tipi Başkanlık için ne derdi acaba?
Maurice Duverger, “Hukukun
kuvvetinin azaldığı yerde, kuvvetlinin hukuku geçerli olmaya başlar.” diyordu.
Başlıkla söz konuyu özetliyor…
Bir iki ufak hatırlatmalarla girelim başkanlık meselesine…
12 Haziran 1776 Virginia Haklar Bildirgesi’nde benimsenen
önemli ilke yasama, yürütme ve yargı organlarını birbirinden ayıran kuvvetler
ayrılığı ilkesidir. 15 Aralık 1791’de yayınlanan “Haklar Bildirgesi”nin 1787’de ABD Anayasasından sonra getirilen
birey haklarını güvence altına alan 10 ek maddesiyle de eyaletlerde daha önce
olan uygulamalar sınırlandırılmış.
28 Ağustos 1789’da Fransız Devrimi’nin ardından ulusal
mecliste kabul edilen “İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi” Fransız
anayasasının da özü. İnsanların özgür ve
eşit olduğunu, zulme karşı direnme ve mutlak egemenliğin millete dayalı olduğu ve
din, sosyal inanç sebebiyle hiçbir kimsenin kınanamayacağını ifade eder. Toplam 17 madde. Bu bildirgedeki 16. Maddeye
dikkat. Diyor ki bu madde de, “Hakların
güvence altına alınmadığı ve güçler ayrılığının belirlenmediği bir toplumun
anayasası yoktur.”
Anayasal cumhuriyet, devlet yönetiminin anayasaya
dayanmasını ifade eder. Devlet
iktidarını sınırlandıran ve kişi haklarını güvence altına alan durum da budur.
Fransız devriminin idealleri özgürlük eşitlik ve
kardeşlikti. Tiers etat (3.sınıf) yani soylu ve kilise dışındaki tabaka da,
1789’da ilan edilen bildirgeyle hak ve özgürlük kazanmış oluyordu.
İlk eseri konuşmalarda cumhuriyeti amaçlarken “Prens”te (Hükümdar) olağanüstü yönetim
biçimi olarak devlet için dini ve yasaları araç olarak gören ve monarşiyi öven Niccolo
Machiavelli bakın ne diyor:
“Bilge bir insan olduğu izlenimi bırakan bir
hükümdarın, ülkesinde öyle bilinmiş olmasının onun doğasından
kaynaklanmadığını, çevresindeki danışmanlarına dayalı olduğunu söyleyenler
kesinlikle yanılırlar. Çünkü kendisi bilge olmayan bir hükümdarın iyi
danışmanlara sahip olamayacağı genel ve şaşmaz bir kuraldır. Eğer akıllı
değilse öğütleri bir araya getirip bir bireşime varamayacaktır.” (S.91,
Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 5.Baskı, 2011)
Bir elin nesi var, iki elin sesi var “Machiavelli” bile böyle diyorsa !
Tiranlara yön gösterdiği için Machiavelli’yi eleştirenlerden biri de Fransız
tarihçi Jean Bodin’dir. 1576’da
yayınladığı “Devletin Altı Kitabı”nda
mezhep kavgalarının son bulması için kralın yetkilerinin arttırılmasını ister…
Jean Bodin iktidar ve egemenliği kanunca kısıtlanmayan manasına gelen “Souveraineté”
sözcüğünü ortaya atmıştır.
Kendisi bir burjuva olan Bodin, burjuvazinin görüşlerini benimser.
Tiranların
öldürülmesini savunup anarşiyi destekledikleri için monarkomakları eleştiriyordu.
Oysa mezhep kavgalarından muzdarip olan monarkomaklar Fransa’daki din
savaşlarına bir son vermek istiyor, Fransa'nın da milli birliğinin oluşmasını savunuyorlardı.
Bu kısa tarihi hatırlatmalardan sonra gelelim şu bizim başkanlık
meselesine…
80’lerde öğrenci olduğumuz yıllarda ilk sınıfta okuduğumuz
derslerden birisi idi ve o zaman ders kitabımız Prof.Dr.Esat Çam’ın yazdığı İstanbul
Üniversitesi İktisat Fakültesi’nden yayınlanan bir kitaptı: “Siyaset Bilimine Giriş”. Bendeki
1981 baskısı.
İletişim Fakülteleri’nin birinci sınıfında hala aynı isimle okutulur
mu bu ders, aynı kitap okutur mu bilmem. Hazine değerinde bir kitaptır. Bendekinin
arada sayfalarını çevirip çevirip göz atarım.
Kitapta çağdaş siyasal rejimler 3 başlık altında sıralanıyor:
Parlamenter rejimler (Çift ve çok partili rejimler), ABD Başkanlık rejimi ile SSCB
tipi Totaliter rejim şeklinde…
Çift partili siyasal rejimlere İngiltere’yi, çok partili siyasal rejimlere Fransa’yı örnek
veren Esat hoca Başkanlık rejimini ise şöyle değerlendiriyor:
“Başkanlık rejiminin
değerlendirilmesinde gözetilmesi gereken bir husus bu rejimin Amerika’ya özgü
oluşudur. Başkanlık rejimi teorik olarak Latin Amerika ülkelerinde de
görülebilmekle beraber gerçekte seçmenlerin fikirlerinden çok askerlerin
hakimiyetinin kişilere bağlı olması nedeniyle yürümemektedir. Partiler kök salamamakta ve darbelere zemin
bulunmaktadır. Başkan parlamentoya hakim
olmakta ve yarı diktatör bir rejime dönüşmektedir.” (s. 463)
SSCB’yi ise “Demokratik
merkeziyetçilik” ilkesine dayanan bir ülke olarak ele alan Esat hoca, SSCB’nin tek parti ve devlet organları tarafından
yönetildiğini ifade ederek, “Komünizm
sınıfların ortadan kalkmasıyla gereksiz olan baskıcı aygıtın (devletin) yok olmasını, onun yerine özgür işçiler
toplumunun geçmesini öngörür.” (s.547)
Ben de V.İ.Lenin ve K.Marx’tan bu konuyla ilgili birer örnek
söz vereyim mi?
Marx, “Devlet
biçimleri ‘devletin özgürlüğünü’ kısıtladıkları ölçüde özgür sayılırlar.” derken,
Lenin, “Devlet varsa özgürlük yoktur.
Özgürlük olduğunda devlet olmayacaktır.” demektedir...
Sonra da Faşist İtalya ve Nazi Almanyası’nın durumlarına
geçiyor Esat hoca…
Mussolini İtalya’sında ve Hitler Almanya’sında millet
meclislerinin devlet şefi (Duce ile Fuhrer)
karşısında hiçbir bağımsızlığa sahip olmadığını ifade ediyor (s. 460). Mutlak
monarşiden farklarının işlevleri karışık ıvır zıvır bir sürü ama sonuçta hepsi
de liderin direktifleriyle hareket eden organdan ibaret olduklarını belirtiyor.
Faşist devletlerde güçler ayrımı göreceli ve görünüştedir. Mutlak
monarşide güçlerin mutlak birliği söz konusudur.
Esat hocanın kitaptaki özeti bunlardan ibaret…
Okul biteli neredeyse 40 sene geçmiş. Bunca sene sonra
temcit pilavı gibi ısıtılıp ısıtılıp öne sürülen “Başkanlık Sistemi” de ne ola ki. Yeni zuhur etmiş bir şey mi?
Hayır. Çam’ın söz ettiklerinden pek farklı şey yok.
ABD’deki Başkanlık Sistemi öyle de, ya buradaki…
O ise ne? O kimine göte tam bir muamma bilene göre tam bir çakma…
Hukuk sistemine, iktidar veya sosyal bilimlere ilişkin ne
yazık ki hiçbir kuram, hiçbir özgün deneyi olmayan devletin, hükümetin uyduruk başkanlık
tipinin adı “Türk Tipi Başkanlık Sistemi”…
Bu model diye lanse edilen
şeyin oylanması aklın alabileceği bir şey değil zaten…
Cumhuriyet nedir, tekrar
tanımlayalım mı?
Cumhuriyet, “İktidarın belli bir süreliğine,
belirlenmiş yetkilerle, halk tarafından seçildiği devlet yönetimidir.”
Belli süreliğine… diyor, belli
süreliğine… Türk Tipi hangisine uyuyor?
Cumhuriyet’deki “Cumhur” toplum anlamına geliyor. Demek
ki cumhuriyet de topluluk, bir araya gelerek oluşmuş topluluk gibi anlamlara
geliyor…
Son yıllarda bizim siyasi
literatüre sembolik cumhurbaşkanlığı yanında bir de “Etkin Cumhurbaşkanı” (Yarı Başkanlık) da girmiş. Aslında hikâyesi
uzun. Yarı başkanın yetkileri geniş. Bize yabancı olmayan “Partili Cumhurbaşkanı” ise 1930’lar ve 1940’lar M.Kemal ve İsmet
İnönü döneminde, Tek partili Türkiye’de uygulanmış.
Ama bak, “Tek Partili Türkiye”sinde…
Kuvvetler birliğine
dayanan bu sistem, parti başkanının
yasama yetkisinin de olduğu devlet
başkanlığı biçimini ifade ediyor…
Hatırlatalım, “Korkak insan özgürlüğün fırtınalı denizi
yerine despotluğu tercih eder.”
demiş Thomas Jefferson…
demiş Thomas Jefferson…
Thomas Jefferson ve John
Adams’ın Amerikan Anayasası yapım sürecinde katkılarının büyük olduğu bilinir.
Amerikan Bağımsızlık
Bildirgesi 4 Temmuz 1776’da ilan edilmiştir. Büyük bölümünün yine Jefferson
tarafından kaleme aldığı bilinmekte. 13 Amerikan kolonisinin Büyük Britanya’dan bağımsızlık elde ettiğini ilan eden bu belgeye göre, doğal haklar,
yaşama hakkı, hürriyet hakkı ve mutlu bir yaşam arayışı insanların en temel
hakları olarak sayılmışlardır. Jefferson
şöyle diyor: “Yürütme kuvveti
hükümetimizde benim özen gösterdiğim tek ve en temel konu değildir. Şimdiki
durumda yasa koyucuların tiranlığı en korkunç tehlikedir.”
Biraz daha açalım bu konuyu. Başkanlık
sisteminin bilinen tanımını yapalım…
Başkanlık rejimi, başkanın ve
parlamentonun seçimle işbaşına gelip başkanın olağanüstü yetkili olduğu ancak
yasama, yargı ve yürütmenin birbirinden bağımsız olduğu bir yönetim şeklidir...
Devletin iskeletini üç ayak oluşturuyor.
Üç ana kuvvete (organa) dayanan
sistem, Yasama (Kongre), Yürütme (ABD
Başkanı) ve Yargı (Yüksek Mahkeme)’den oluşuyor…
Amerikalılar Yüksek
mahkeme’ye “Supreme Court” diyorlar.
Supreme Court, son başvuru makamıdır.
ABD Anayasası Birleşik Devletler’in en üstün hukuk
kaynağı. Ve ABD Anayasası siyaset
kültürünün merkezindeki en eski anayasa…
ABD Başkanlık Sistemi’nin
yönetim yapısı da 3 ayaklı… Bunlar Federal hükümet; Başkan, Başkan Yardımcısı
ve Kabine.
Ordu teşkilatı başkana bağlı.
Federal devletin yasaları eyaletinkilerden (federe devletlerden) üstün. ABD Silahlı
Kuvvetler’i federe devlete müdahale edebiliyor. Eyaletlerin polis teşkilatı
bulunuyor.
Başkan 4 yıllığına üst üste
iki kez seçilebiliyor. Fakat seçim kaybettikten sonra üst üste bir daha seçim
kazananı yok. Yeniden seçilen de yok. Bir istisna hariç. O da paternalist biri,
“Grover Cleveland”dır.
Şöyle diyormuş
Cleveland: "Paternalizme halkın
inandırılmaması gerekir. Halka paternalist amaçlarla yapılacak devlet
fonksiyonları dışındaki devlet hizmetlerini desteklemeleri
öğretilmelidir."
Bizde 15
yıldır aynı iktidar…
Federe devletin
(eyaletlerin) temsilcileri valiler. Valileri seçen ise yöre halkıdır. Bizde
atayan 15 yıllık iktidar…
Başkanlık sistemi başkanın
kişiliğine bağlı olarak diktatörlüğe dönüşme riski taşıyor deniyor ya bazı Güney
Amerika ülkelerinde işte böyle olmuş.
ABD Anayasası dinin ölçüt
olarak kullanılmasını yasaklıyor. Anayasa’nın 6.maddesine göre, “Birleşik Devletler’de herhangi bir görev
veya kamu hizmeti için liyakat unsuru olarak bir din sınavı gerekmeyecektir.” deniyor…
Başkanı parlamentonun görevden
alma yetkisi yok ABD’de… Ancak kınıyor, buna da “İmpeach” diyormuş Amerikalılar. “İmpeachment”, dedikleri Temsilciler Meclisi’nin bir soruşturması. Yüksek
Mahkeme Başkanı senatoya başkanlık ediyor. Senato mahkumiyet kararını 2/3
çoğunlukla verebiliyor sadece. Yani nitelikli çoğunlukla.
İmpeachment ise ABD tarihinde
sadece 3 kez vuku bulmuş. 1868’de Andrew Johnson, 1998’de Bill Clinton’la
ilgili soruşturmalar beraatla sonuçlanmışlar. 1974’te Richard Nixon soruşturması
biraz daha karanlık. O istifa ile sonuçlanmış…
“Allan Lichtman”, ABD başkanlık seçimlerini doğru tahmin eden ünlü bir siyasal tarih
profesörü. Lichtman Donald Trump’un mutlaka impeachment yöntemiyle görevinden
uzaklaştırılacağını savunuyor…
ABD başkanlık seçimleri “İki Dereceli Seçim”dir. Birinci
seçmenler ikinci seçmenleri seçerler. Yani halk milletvekili ve başkanı seçen temsilcileri
seçer.
Burada bir parantez açalım…
Fransa’da da senato üyelerini
halk seçmez, seçenleri halk seçer. Almanya Cumhurbaşkanı da 2 dereceli
oylamayla seçilir. Federal Seçiciler Kurulu
(parlamento üyeleri ve partilerin aday gösterdiği seçiciler) sadece
cumhurbaşkanı belirlemek için toplanır.
ABD başkanlık seçimi 4 yılda bir yapılır. Başkan
ve başkan yardımcısı seçmek için. Devlet
başkanı hükümetin de başıdır.
ABD başkanlık sisteminde Temsilciler Meclisi ve Senato üyeleri her
eyalette halk tarafından salt çoğunlukla (oy çokluğuyla) seçilirler (Louisiana ve
Washington’da iki aşamalı seçim sistemiyle).
Temsilciler meclisi
seçimlerinde “Dar Bölge Sistemi”
uygulanır. Her bölgeden 1 adayın seçilmesi esasına dayanan sistemde nüfusa göre
üye toplamı eyaletlere paylaştırılır.
İki dereceli seçim sisteminin
ılımlı ve yetenekli adayları seçtiği
düşünülmekteydi. John Stuart Mill’e göre seçiciler halkın tercihinden farklı
olarak kendi çıkarına uygun adayı belirlemektedir.
Türkiye’de ise 1946 yılından bu
yana seçmenin temsilcisini doğrudan seçtiği “Tek Dereceli Seçim sistemi” uygulanmaktadır. Ne güzel değil mi
arada kimse yok.
Bunu da anımsatalım…
Başkan (hükümet) ile
Temsilciler Meclisi ayrı seçimlerle yapılır. ABD başkan ve temsilciler seçimi “Salt
Çoğunluk” (yarısının bir fazlası) sistemine dayanır. Meclis Başkanı ve komisyonların başkanları çoğunluk partisinden seçilir.
Azınlıkta olan partinin meclis kararlarında etkisi olmaz. Çoğunluk parti ile
hükümet iki ayrı partide de olabilir.
ABD’da ön seçimlerde “Caucus” denilen siyasal parti
üyelerinin bir araya geldiği müzakere toplantıları yapılır. İlk ön seçimin
yapıldığı eyalet “New Hampshire”dir.
Çünkü küçük bir eyalet olduğundan, başkanla direk ilişki kurmak da mümkün
olduğundan kazanacak adayın seçiminde de ipucu vermektedir.
Genelde nüfus yoğun, kentleşmiş
ve deniz kıyısındaki eyaletler demokratların çoğunluk olduğu eyaletler, Güney
ve iç batı kısımda eyaletler cumhuriyetçilerin çoğunluk sahibi olduğu
eyaletlerdir. Amerikalıların “Salıncak
Eyalet” dedikleri diğer bölgelerde oylar iki parti arasında gidip gelmektedir.
“Cumhuriyetçi Parti” ekonomik liberal merkez sağ siyaseti savunuyor. Genelde protestanlar ve
evangelistler (tutucu ve hristiyanlığı yayma yanlısı protestanlar) tarafından
desteklenir. Yani muhafazakâr kesimler tarafından destekleniyor.
“Demokrat Parti”nin pozisyonu merkez soldadır. Merkez sol ve sosyal liberal ideolojiyi
izler. Yüksek eğitimli ve göçmen kesimler (tabi zenciler de) Demokrat Parti’nin savunanları…
ABD Yüksek Mahkemesi bir
idari yargı mekanizmasıdır ve en üst temyiz mahkemesidir. Kongre ve eyaletlerin
çıkardığı yasaların ABD Anayasasına uygunluğunu denetler. Yasama ve yürütme
kararlarını da denetler. Senato’nun önerdiği Başkan’ın atadığı 9 üyeli bir
organdır. ABD Yüksek Mahkemesi toplumdaki birleştirici bir güç niteliğindedir.
“Avrupa uluslarında, mahkemeler sadece bireyleri
yargılayabilir; ama Birleşik Devletler
Yüksek Mahkemesi, egemenleri kendi önüne
çıkarabilir.” diyor Tocqueville.” (Amerika’da
Demokrasi, İletişim Yayınları, 2016, 1. Baskı, s. 163)
Çift meclisli olan ABD Parlamentosu
(Kongresi) toplam 595 üyeden oluşur. Senato üst, Temsilciler Meclisi alt
meclistir.
“Gerekli ve Uygun Şart” (Necessary and Proper Clause)
Kongre'nin güçleri Anayasa'da sayılanlarla sınırlıdır; tüm diğer güçler
eyaletler ve halka aittir ancak bu madde Kongre'ye "belirtilen güçlerin
uygulanması için gerekli ve uygun olan her kanunu yapma" yetkisi verir.
“ABD Senatosu” nun her
eyaletten seçilen 2’şer olmak üzere toplam 100 üyesi bulunur. Üyelerinin 2/3’ü 2
yılda bir seçimle yenilenir.
Temsilciler Meclisi ise
toplam 435 üyelidir. Üyeleri her 2 yılda bir yenilenir. Her eyaletten seçilen
üye sayısı eyaletin nüfusuna bağlı olarak değişir ve federal halkı temsil eder.
“Üyeleri her iki yılda bir yenilenir.” Cümlesinin üzerinde duralım.
Tocqueville, “Seçimlerin azlığı devleti büyük krizlerle
yüzyüze bırakır. Fazlalığı ise hummalı bir galeyana sürükler. Amerikalılar bu
iki kötülükten ikincisini tercih ettiler.” diyordu (s. 212) Amerikalılar yasama organının üyelerinin
doğrudan halk tarafından ve kısa süre için atanmasını istemişlerdi…
Hani “Zırt pırt seçime ne gerek var” diyorlar ya…
ABD’de yasa tasarılarını iki
mecliste de ayrı ayrı oyluyorlar. Sonucun farklı olması halinde karma
komisyonda karara bağlanarak Başkan’a sunuluyor. Başkanın veto (reddetme) yetkisi
var.
“Mutlak Veto”da
yasa kanunlaşmaz. “Geciktirici Veto”da
ise yasa meclisteki 2/3’ü çoğunlukla kabul ediliyor. Başkan bir kanunu en çok 2
defa veto eder (Bütçe ve Kesin Hesap Kanunu’nu ise veto edemez.)
Gelelim bazı organlarına…
“Bütçe ve Yönetim Ofisi”, 1939 yılında kurulan başkana bağlı çalışan bütçeyi
hazırlayıp kongreye sunan kuruluş. Fakat, Kongre bütçe üstünde oynama yapabiliyor.
Ödenek ve vergilerin miktarlarını yeniden düzenleyebiliyor.
“Speaker”
yani Temsilciler Meclisi Başkanı ABD siyasi protokolünde 3 numaralı kişidir.
Senato ve Temsilciler Meclisi’nin ortak toplantılarına başkanlık eder.
Amerikalılar meclis adına konuşan kişiye de speaker derler…
“Select-men”,
ABD kentinde idari kuvvetleri elinde bulunduran kişi...
“Charles-Louis Montesquieu”, 1748 yılında yayınlanan “Yasaların
Ruhu Üzerine”de batılı demokratik sistemin temellerini attı. Kamu hukukuna ve siyaset bilimine “Kuvvetler ayrılığı” ilkesini getirdi. Gücün gücü sınırladığı ve en iyi hükümet
biçimi olarak “Temsili Cumhuriyet” (Halkın seçtiği hükümet) fikrini ortaya koydu. “Alexis de Tocqueville” ise küçük bölgelere de
idari özerklik tanınarak “Katılımcı
Demokrasi”nin yani siyasal özgürlüğün ve demokratik kültürün geliştirilebileceğini savunmuştur.
Tocqueville “Milli irade, tüm zamanların
düzenbazlarının ve tüm çağların
despotlarının en yaygın
şekilde suistimal ettikleri kelimelerden
birisidir. Amerika’da halkın egemenliği ilkesi yasalarla ilan
edilmiş ve özgürce yazılmış.” derken (a.g.e., s. 78) “Avrupalılar aceleyle
biçimlendirilen bir savaş silahı gibi görür. Amerikalılar
sayılarını görmek ve böylelikle çoğunluğun ahlaki etkisini
zayıflatmak için örgütlenirler.
Çoğunluk üzerinde baskı yapmak için uygun argümanları icat eder ve bir araya
getirirler. Bu yolla iktidarı ele
geçirme umudu taşırlar.” demekte. (a.g.e., s. 205)
Hukuk, toplumsal düzene
ilişkin güvenlik, özgürlük ve eşitlik sağlayan yazılı kurallar olarak
tanımlanır. Doğal haklar ise bireyin doğuştan sahip olduğu devlet tarafından
yasaklanmayacak temel haklarıdır. “Friedrich
Carl von Savigny” ve “Hugo
Grotius”un üzerinde önemle durduğu “Tabii
Hukuk” (Lex Naturalis) çağın gereklerine uyan ve dünyanın her yerinde
olması gereken hukuktur. Doğal Hukuk, yazılı olmayan ve olması gereken rasyonel
hukuktur.
Doğal hukuku sistematize eden
“Aquinalı Thomas”, biçimlendirenler ise Platon, Aristo, Cicero,
John Locke, Hugo Grotius, Thomas Hobbes
ve Samuel von Patendorf olmuşlardır…
“Virginia
Haklar Beyannamesi”, 12
Haziran 1776’da Virginia Kongre
üyelerinin oylarıyla kabul edilmişti. George Mason’un kaleme aldığı deklarasyon
Amerikan ve Fransız yurttaş hakları
bildirgelerini de etkilemiştir. Bu bildiri doğuştan gelen doğal haklar
ve yetersiz hükümete isyan hakkını
da içeren bir belgeydi.
“Habeas Corpus” yani
ihzar müzekkeresi ise bireyin mahkeme huzurunda hazır bulunmasını isteyen yargısal bir yazılı emirdir. 1679’da
İngiltere’de çıkan Habeas Corpus yasasıyla yargıç kararı olmadan hiçbir bireyin
gözaltında tutulmayacağına ilişkin bir karar alınmıştı. Bu yasa da sonraki ABD
ve Fransız bildirgelerinin de temeli olmuştu…
Getirilen Türk Tipi Başkanlık Sistemi de ne ola ki diye
kitapçı raflarına bakındık. RTE Hukuk Başdanışmanı’nın da vardı bir tane. Başkanlıkla
ilgili bir kitap yazmış o da altı üstü anca alfabe kitabı kadar kalın bir şey. Tabi
onu geçtik. İşimize yarar diye en kalınca olanında karar kıldık.
Almaya karar verdiğimiz kitabın adı “Başkanlık Sistemi” başlıklı olandı. Liberte Yayınları tarafından
2015 yılında ilk baskısı yapılmış. Editörleri, “Murat Aktaş” ve “Bayram
Coşkun”.
Bu kitabın ilk başta oylumu cazip gelmişti. Ancak okudukça
hacmi kadar tatmin eden bir içeriğe sahip olduğunu da gördüm. Çünkü kesintili,
ek bilgisiz ve çok kısa kaynaklar hiçbir zaman tam güvenilir olmaz.
Kitapta ilk dikkatimi çeken isim benim de “Doğu Ergil” oldu. Neden, çünkü diğer
yazarlara göre fazla medyatikti. Ergil hocanın ilk dikkatimi celbeden cümlesi
de şu olmuştu: “Türkiye’de güçlü merkezi
yapının üzerine bir de başkanlık sistemi gelirse güçler birliği iyice kurumlaşır
ve yürütmenin denetlenmesi çok zorlaşabilir.” (s. 33)
Türkiye’deki sistem de zaten yönetici elitler egemenliği
üzerinden işlemekte değil miydi?
Kesin kuvvetler ayrımı başkanlık sisteminin iyi işlemesinin
en önemli güvencelerinden bütün notlar bunu işaret ediyor…
Ergil hocaya göre, ABD’deki başkanlık, tüm idari ve siyasi
yetkiler ülke çapında paylaşıldığından gereken koordinasyon ihtiyacını karşılamak
için var. Ama ülkemizde teklif edilen Türk tipi sistem yargıçları atamada da başkanı yetkili
kılıyor. Kendini denetleyecek kurumun
mensuplarını atamak başkanı
sınırsız yetki ve sorumsuzluk ile
donatmak demekti. (s.34-33)
“Türkiye’de liderlik
tartışmaları geçmişten bugüne kaht-ı ricalle lider egemenliği arasında
sıkışmıştır.” (s. 430) diyen Doğu Ergil, “Merkezi yönetim, kuvvetler birliği ve güdük sivil (daha doğrusu sivil
egemen) toplum ilişkisi kuvvetli, otoriter lider ve merkeziyetçi yönetim
tarzını ön plana çıkarmıştır.” demekte. (s. 30)
Bu arada kaht-ı rical, istenilen düzeyde yöneticilerin
bulunmayışı, mevcutların da bulunduğu koltuğu dolduramayışı, yetersiz
görevliler için kullanılan bir sözcüktür…
Kitaba AKP’nin “Anayasa
Uzlaşma Komisyonu”nun TBMM’ye sunduğu “Başkanlık Sistemi Önerisi Tam Metni” de ek olarak
konulmuş…
Kitapta yürütmenin
başı olan Başkanın görevleri sayılıyor:
İç ve dış siyaseti yürütmek, bakanları atamak ve görevlerine
son vermek, TSK’ya başkomutanlık etmek, kamu yöneticilerini atamak, sıkıyönetim
ilan etmek, YÖK üyelerinin yarısını seçmek, üniversite rektörlerini seçmek…
Anayasa mahkemesi üyelerinin yarısını, Danıştay üyelerinin
yarısını, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısını,
Hakemler ve Savcılar Yüksek Kurulu üyelerinin yarısını seçmek...
Geriye başka ne kaldı ki…
Başkan hakkında, kişisel ya da göreviyle ilgili bir suç
işlediği iddiasıyla TBMM üye tamsayısının en az 2/3’sinin vereceği önergeyle
soruşturma açılması istenebilir.
Başkan yardımcısı
başkan seçilenin oy pusulasında
yazılı kişi başkan seçildiği anda
başkan adayı seçilmiş de oluyor.
Başkanlık seçim süresinin 1 yıl ertelenmesine meclis karar
verebilecek. Erteleme sebebi kalmamışsa aynı usule göre bu işlem
tekrarlanabilir.
Seçilen kişi ömrü vaki oldukça başkan da kalabilir yani...
Kitaptan alıntılara devam edelim…
Madde 5/2: “Seçimden
önce ve sonra suç işlediği ileri sürülen bir milletvekili, meclisin kararı
olmadıkça tutulanamaz, sorguya çekilemez, tutuklanamaz ve yargılanamaz.” (s.536,
Başkanlık Sistemi Liberte Yayınları, 2015 1.Baskı, Murat Aktaş, Bayram Coşkun).
Madde 6/3: “Milletvekilinin
milletvekilliğinin düşmesine, yetkili komisyonun bu durumu tespit eden raporu
üzerine Genel Kurulca üye tam sayısının salt çoğunluğunun gizli oyuyla karar
verilir.”
İki madde arasında ne
büyük çelişki değil mi?
AKP’nin önerisine göre başkan, 40 yaşını dolduran üniversite
mezunları arasından 5 artı 5 yıllığına halk tarafından seçilir diyor. Oyların
çoğunluğunu alan aday başkan seçilir.
Adaylar ise en az yüzde 5 oranında oy almış siyasi partilerden
seçilebilir deniyor. Yani en az 100 bin vatandaşın oyu gerekli…
Ama ne adalet değil mi?
1911’de yazdığı “Siyasi
partiler” kitabında “Oligarşinin Tunç
Yasası” diye bir kavram ortaya atmıştı İtalyan sosyal bilimci “Roberto Michels”. Michels’e göre, iktidar sahipleri çıkarlar gereği iktidarlarını
sürdürme eğilimindedirler.
“Max Weber”den de
etkilenen Michels, demokrasinin pratikte olanak dışı hale getirildiğini belirterek seçimlerin halkın oligarşik yapıyı
onaylamasından öte geçmediğini demokrasi
ile bürokrasinin hiçbir şekilde uyuşmadığını ortaya koymaktadır.
Toplumda fert sayısı arttıkça bürokrasi güçlenmekte kişi ya
da küçük bir grup çıkarına uygun bir yapı ortaya çıkarmaktadır…
Barajlar da bu isteğin belirtisidir bana göre…
“Doğan Avcıoğlu”,
1961 Anayasası’nın ortaya çıkmasında rol oynayan tam bağımsızlıktan yana
devrimci bir siyaset adamıydı. Çok
ilginç tespitleri ve kanıtları vardı…
Kalın kalın da kitapları vardır.
Bunlardan birisinde, “Türkiye’nin
Düzeni”nde (Tekin Yayınevi, 2001) Avcıoğlu, “Jacques Lambert”in “Latin
Amerika” adlı incelemesinden alıntı
yaparak şöyle demiştir: “Genel oya
dayanan politik demokrasi tek başına
ilkel toplulukları hızla değiştirmekte aciz kalmaktadır. Çünkü ağalık (casiquisme)
ve büyük arazi mülkiyeti (latifundias) düzeni seçmenleri bağımlı tutmaktadır.
Ancak bildiğimiz nokta seçim sandıklarından çıkan oyların büyük kısmının
seçmenlerin kendi tercihlerinin sonucu olmadığıdır. Bu sebepten Türkiye’de seçim
kazanmayı milli iradenin pırıltılı bir belirtisi saymak için halk henüz gerekli
siyasi bilinçlenme seviyesine gelmiş olmaktan uzaktır.”
Türkiye’de de merkezileşmiş bir nüfus (ya da sanayi toplumu)
var mı? Sanmam…
Çoğunlukla tercihler de, kır kentli ya da göçmen seçmen
kitlesinin oluşturduğu sandıktan çıkan oylarla belirleniyor. Kapalı bölgeler; Karadeniz, İç ve Doğu Anadolu gibi.
Bunu küçümsemek için söylemiyorum. Tam tersine bahsettiğim eğitimli
kır nüfusu, kentlere yığılmamış ama üreten ama sorgulayabilen de nitelikli
nüfusa olan ihtiyacımızdır…
Ne diyordu İsmail Hakkı Tonguç: “Demokrasinin iki çeşidi vardır. Biri zor ve gerçek
olanı, öbürü de kolayı, oyun olanı... Topraksızı topraklandırmadan, işçinin durumunu sağlama
bağlamadan, halkı esaslı bir eğitimden geçirmeden olmaz birincisi, köklü
değişiklikler ister. Bu zor demokrasidir ama gerçek demokrasidir. İkincisi
kâğıt ve sandık demokrasisidir. Okuma yazma bilsin bilmesin; toprağı, işi olsun
olmasın, demagojiyle serseme çevrilen halk, bir sandığa elindeki kâğıdı atar.
Böylece kendi kendini yönetmiş sayılır. Bu, oyundur, kolaydır. Amerika bu
demokrasiyi yayıyor işte. Biz de demokrasinin kolayını seçtik. Çok şeyler
göreceğiz daha... "
Ne demişti ABD’li Sosyolog ve Eğitim Bilimci John Dewey, “Yönetilenler ve oy verenler eğitimli
olmadığı sürece seçimle işbaşına gelen hükümet başarılı olamaz.”
Değil mi?
Bu konuyu açalım biraz…
Fransız tarihçi Lucien Febvre “İnsan yoktur, onu grup yönetir.” der. Alman siyaset
felsefecisi “Axel Honneth” ise toplumda “Kabul
Görme”nin (recognition) 3 biçimi
olduğunu söylüyor. Sevgi, haklar ve dayanışma…
Honneth’e göre, aile sevgi’nin, sivil toplum hak ve hukukun,
devlet ise dayanışmanın temelidir. 3
sütuna oturur: Özgüven, özsaygı ve onur...
Irk, etnisite, cinsiyet, sınıf gibi çatışmalar aslında
güdülenmiş kabul görme mücadelesidir...
“Glokalleşme”
(Yetki Paylaşımı) , özerk yerel yönetimlerin merkezle birlikte yönetmesini
ifade eder.
Oysa günümüzde yerelleşmeden
anlaşılan Ne midir?
Küreyelleşme yani yerel
yönleri güçlendirip dışa saçılma siyaseti. Küre-Yerelleşme şubelere
yetki aktarımıdır…
“Tefrik-i Vezaif”, görevler ayrımını
ifade ederken, “Tevsii Mezuniyet” (Yetki
Genişliği) kavramı yerel (taşra)
birimlerinin merkeze bağlı olarak, merkezin denetimi altında görev
yürütebilmelerini ifade etmektedir.1982 Anayasası'nın 126’ncı maddesine göre
Türkiye'de illerin idaresi bu esasa dayanıyordu…
Bilhassa 90 sonrası “Demokratik Kitle Örgütü” (DKÖ) yerine
iktidar mücadelesini grup çıkarına indirgeyici bir kavram olarak “Sivil Toplum Kuruluşu” (STK) kullanılmaya
başlanmıştı. Sosyal
devlet anlayışının terk edilmesinden sonra boşluk üçüncü sektör denen STK’larla
doldurulmaya, kamusal alan da bu doğrultuda işlev kazanmaya başladı. Bunun sonuçlarından birisi de “Deregülasyon” yani kamusal alanın
daraltılmasıydı. Böylece “İnterpellation” yani belli bir ideolojiye mensup sınıfları
aynı siyasal projeye yönlendirme (Paralojizm) özellikle STK’lar aracılığıyla yapılmaktaydı…
“Yerinden yönetim”,
iki türlü gerçekleşmekte.
“İdari Yerinden Yönetim”
hizmet yönünden yerinden yönetimdir. Belediyeler, köyler ve il özel idareleri gibi.
“Siyasi Yerinden
Yönetim” (Federalizm) ise bölgesel
kimlik (federe devletin anayasasına göre bağlılık), federal devletin
anayasasına göre bağlılık ulusal kimlik olarak tanımlanır. Dış ilişkiler,
maliye, güvenlik ve adalet dışında merkezden alınarak yerel yönetimlere
aktarılır.
Türkiye Cumhuriyeti
kuruluşundan tam 55 yıl sonra yerel yönetim kavramıyla tanışmış.
Bülent Ecevit başbakan olduğu
42. Hükümet döneminde 5 Ocak 1978-12 Kasım 1979 tarihleri arasındaki kabinede “Yerel Yönetim Bakanlığı” adıyla bir bakanlık yer bulmuş. Türkiye’nin ilk ve tek yerel yönetim
bakanlığı hükümetin değişmesiyle de kaldırılmış.
Bakanlık 22 aylık bu kısa
sürede de özellikle belediye gelirlerinin artması konusunda çalışmalar yapmış.
“Civilisation” Türkçe’de uygarlık sözcüğünün karşılığı olarak
kullanılan Fransızca bir sözcük. İster
İstemez Uygarlık deyince Friedrich Wilhelm Nietzsche’nin o ünlü
deyişi akla geliyor. “Uygarlık tarafından yok
edilme tehlikesiyle karşı karşıya olan
bir uygarlık çağını yaşıyoruz.” diyordu Nietzsche…
18. yüzyılda Voltaire
tarafından yazına sokulmuştur. 19. yüzyılda ise aynı kelime, bilgi, beceri
anlamında kullanılmış. Sivilizasyon, günümüzde “Otonom” (Özerk) devletten ayrılmış güç ve yapılanmayı ifade ediyor.
“Siyasal Katılım”, seçimler ya da
etkin katılım (DKÖ, yerel ve ulusal faaliyetler) siyasal istem ve yöneticilerin belirlenmesi
yoluyla kararları etkilemektir.
Yorumlarını Aristo’nun öğretilerinden yola çıkarak yapanlar “Peripatetik” olarak tanımlanırlar. “Politika” adında da bir kitabı
yayınlanmıştır. Aristo, “Politika,
toplumun halka dair yaptığı tüm etkinliklerdir.” diyordu…
İktidar ya da “Sosyal
İktidar” başkalarını kontrol etme yeteneği, “Siyasal İktidar”, toplumun bütününü etkileyen iktidar, “Egemen İktidar” ise yasama yargı ve
yürütmeyi içermektedir. Montesquieu,
“Yasaların Ruhu” (De l'esprit des
lois) adlı kitabında kuvvetler ayrımı
esasını ortaya atmıştır. “Güç, gücü durdurur” demekteydi...
Sivil toplum, toplumsal farklılaşmanın olduğu toplum
içerisindeki çeşitli grup ve kurumların karşılıklı etkileşimde bulunduğu
toplumsal kurumdur. Ancak sivil toplum
(civitis), iktidar mücadelesini salt grup çıkarına indirgemekte. Örnek
vereyim, “Ulusal Demokrasi Fonu”
(NED) adı altında ABD askeri güç yanında sivil faaliyetlerini sağ (IRI) ve sol
(NDI) eğilimli STK’lara destek vererek,
iş çevrelerinde yürüttüğü faaliyetleri ise “Uluslar
arası Özel Girişimciler Merkezi”nin (CİPE) desteklediği STK’larla sürdürmektedir.
Amacı, Ortadoğu’da etkinlik kurmak ve çıkarlarını korumak, süper gücünün
devamını sağlamaktır. Bu kuruluşlar “Povermental”
yani ABD’ye bağlıdırlar...
Günümüzde kamu
yönetim alanında yaygın olarak kullanılan kavramlardan bir diğeri de yönetişim “Governance” (Yönetişim)… Bir sosyal ve
siyasal sistemde bütün aktörlerin toplam çabasıyla oluşan düzen olarak
tanımlanan yönetişim terimi, birbirine bağlı durumlarda birbirine karşıt
aktörlerin oluşturduğu ağsal yapıyı koordine eden süreç olarak ifade ediliyor…
Hukuk (emretme gücü), maliye (para, vergi, kamusal
harcamalar) ve zor kullanım (polis ve asker) olarak egemenlik sisteminin 3
temel aygıtı.
Louis Althusser, “ideoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları”nda
“Devlet aygıtı dediğimiz şu öteki somut
gerçeklikte belirli soyutlama ilişkisi içinde bulunan hukuk, hem baskıcı hem de
ideolojiktir.” der ve ideolojiyi tanımlarken maddi hayat şartlarıyla hayali
ilişkilerin temsili diyerek iki alanı vurgular: İdeoloji ve devletin ideolojik
aygıtları. Althusser’e göre iktidar ve rejim ideolojik aygıtların katkısı
olmadan sürdürülemezdi. (M. Naci Bostancı, Siyaset ve Medya Alaca Karanlığın
İki Atlısı, Özgür Yayınları, 2011, 1. Basım, s.161)
Alexis de Tocqueville 1835’te yazdığı “Amerika’da Demokrasi” adlı kitapta yönetim ile halk arasında sivil
toplum kuruluşlarının denge işlevi gördüğünü ifade ediyordu. Ancak kavramı
1767’de yazdığı "Sivil
Toplumun Tarihi Üzerine Bir Deneme" adlı makalede ilk kullanan “Adam Ferguson”dur…
Tocqueville’ye göre, “Birleşik Devletler’de idari kuvvetin yapısında merkezi
ve hıyerarşik hiçbir şey yoktur; bu nedenle onu göremezsiniz.” (a.g.e., s.92)
Amerikan demokrasisinin özelliklerini Tocqueville, yerel hükümetler, kapitalizmle birlikte yaygınlaşan
sivil toplum yapısı, anayasa, gelişkin
ve özerk yerel yönetim kurumları, din
ile siyaset ayrımı gibi olgularla ele alarak Avrupa Devletleri’yle Birleşik Devletler farkını ortaya koymuştur. Avrupa’nın
merkeziyetçi yapılanmasına karşılık da başat etken olarak Birleşik Devletler’deki
ademi merkeziyetçilik uygulamadaki fark olarak görülmektedir. Eşitlik, adalet,
özgürlük kısaca demokrasiye ilişkin bir takım kavramların temeli olarak sivil
toplum demese de dernek veya halkın kurduğu örgütlerden, bu kuruluşların çokluğunca
yaratılan ABD sivil toplum yapısından sözetmektedir: “Amerikalılar toplumsal otoriteye
güvensiz ve tedirgin gözlerle bakarlar ve sadece onsuz yapamayacakları zaman bu
otoritenin iktidarına başvururlar.”
(a.g.e., s. 200)
Hümanist sosyolog “Charles Cooley”in ortaya attığı “Ayna Benlik” kavramına göre başkalarının algısı bizim kendi
algımızı da etkilemektedir…
İnsanlar çıkarları sözkonusu olup haksız oldukları zaman
gerçeklerle yüzleşmek istemezler ve saldırganlaşırlar. Doğruyu savunmak
işlerine gelmez çünkü. İşte “Lobicilik”,
özel grup çıkarları sağlamak amaçlı siyasal kararları etkileme faaliyetidir…
Örgüt ise bir amaç için bir araya gelen bir organizasyonun
tümünü kapsar. Örgüt tipleri formal ve informal yani resmi veya resmi olmayan
örgüt biçimindedir. “Formal Örgüt”
içinde statüye dayalı ilişkiler, “İnformal
Örgüt” içinde de kişiye dayalı ilişkiler geçerlidir.
Biçimsel örgüt, amaç görev ve sorumluluk ve kuralların önceden
belirlendiği sıra düzenine ve kişisel ilişkilere dayalı bir yapılanmadır.
Tanımlanmış liderlik tipleri ise şöyle…
Kurallara uyum ödül içeren ödül ve cezaya dayalı liderlik “Nomothetic”,
Bireysel çaba ve gereklere bağlı liderlik “İdiographic”,
Ve bürokrasi ile bireylerin gereksinimlerine dönük liderlik “Transactional”.
Örgütsel lider (nomothetic) bürokratik yönelimli, bireysel
lider (idiographic) kişilik yönelimli, durumsal lider (transactional) durum yönelimli
olmaktadır.
En uygun model durumsal liderlik olarak tanımlanıyor…
Max Weber, “Bürokrasi
ve Otorite” adlı kitabında 3 otorite tipi saymıştı: “Geleneksel Otorite” (hanedanlıklar, krallıklar), “Karizmatik Otorite” (akıl ve kudret
sahibi kişi) ve “Yasal ve Ussal Otorite”
(yasal ve halkın rızasına dayanan modern dönemin şekli). Weber, “Toplumların
kültürel boşluğa düştüğü zamanlarda toplumsal kuramları değişen kültürel değerlere uydurmayı başaran kişi karizmatik liderdir.” diyordu.
Karizma, Emre Kongar’a göre “Türkiye’de sorgulanmaz, erişilmez,
büyüleyici, sürükleyici etki” anlamında kullanılmaktadır (Cumhuriyet, 24
Mayıs 2010).
Sosyolojide çeşitli grup
sınıflandırmaları yapılmıştır fakat en yaygın ve temel olanı Charles Cooley
tarafından literatüre sokulan “Birincil
Grup” ve “İkincil Grup”
ayrımıdır. Birincil gruplar yakın ve yüzyüze ilişkilerin varolduğu gruptur. Orada bizlik ve dayanışma duygusu sözkonusudur. İkincil
grup ise resmi ve kurumsal (birincil
grupların içinde geliştiği) gruptur. İkincil gruplar resmi (formal) gruplar
olarak da tanımlanmakta…
Ortak amaçları olmayan, rastlantı sonucu oluşmuş, birbiriyle yakınlığı
bulunmayan ve sürekliliği olmayan insan toplulukları ise “Kalabalık” tanımlanır.
Örnek mi? Sahildeki insanlar, marketteki müşteriler veya bir konserin
izleyicileri…
Ancak “Toplumsal Gruplar”, belli bir amaç için en az 2 kişiden oluşmuş aralarında
ilişki (etkileşim) olan ve sürekliliği olan insan topluluğudur. Örneğin, siyasi
partiler, dernekler, sendika, aile ve
okul grubu böyle… .
Bir kurum ise “Örüntüler” (birim) toplamıdır.
İngiltere ve bağlı ülkelerde
(Birleşik Krallık) özerk nitelikli yarı kamusal kuruluşlar (quango), hem kamu hem de hükümet dışı (STK) özellikler taşır. Melez (hibrid) organizasyonlardır…
Özerk olmasına rağmen uygulamada atama ve finansman merkezi idarenin etkisi
altındadır. Devlet tarafından parasal yönden desteklenirler.
İngiltere’de 1980-90 arası
birçok alan (su gibi) özelleştirilmişti. 1988’den itibaren sağlık ve eğitim
gibi temel hizmetlerle genişletilmiştir. “Quango”ların
sayısının artması kamuoyu tarafından kuşkuyla karşılanmaktadır…
“Ey hürriyet, senin
adına ne cinayetler işleniyor!”
(Madame Roland)
Bizim ilk ademi merkeziyetçilerimiz “Prens Sabahattin” Osmanlı hanedanından (paşaoğlu) federalizm
taraftarıydı. Edebiyatta ise “Yeni Turan”daki
ütopik görüşleriyle de “Halide Edip
Adıvar” (Türkiye’de Şark Garp ve Amerikan Tesirleri). Adıvar aynı zamanda
bir Amerikan mandacılığı önermişti. Kemalist devrimden sonra ABD’ye de yerleşti.
H.Edip kitabına, “Tüm vakalar bir araya gelse bile Fransız Devrimi’nin
yerini tutamaz; Fransız Devrimi dünyada şimdiye kadar gerçekleşmiş en şaşırtıcı
hadisedir.” diyen, Fransız devrimini eleştiren
muhafazakâr ve liberal İngiliz devlet
adamı Edmund Burke’nin şu sözleriyle girer:
“Cemiyet hakiki bir kontrattır. Fakat
devlet, herhangi bir anlaşmaya bağlı bir şirket telakki edilemez. Geçici bir
alaka ile başlanıp, ortakların arzuları ile feshedilmez. Bu, bütün ilimlerde
ortaklık, bütün sanatlarda ortaklık, bütün fazilet ve tekâmülde ortaklıktır. Böyle
bir ortaklık, nesiller boyunca elde edilemeyeceği için, sadece yaşayanlar
arasında hüküm süren bir ortaklık olamaz. Bu, yaşayanlar ile ölmüşler ve
istikbalde doğacaklar arasında tesis edilebilen bir ortaklıktır."
John Stuart Mill ise, “Kendi yaşama planını seçmeyi dünyaya ya da
kendi çevresinde bulunanlara bırakan kimsenin, maymun gibi öykünme yetisinden
başka hiçbir yetiğe ihtiyacı yoktur. Kendi planını kendi seçen kimse ise bütün
yetilerini kullanır.” demektedir (Özgürlük Üzerine, Oda Yayınları, 1. Baskı, s. 82). “Egemen ve merkezi her devlet potansiyel olarak saldırgan ve
diktatörcedir.” Simone Weil’in faşizmin egemen olduğu İkinci Dünya Savaşı
yıllarında söylediği bir sözdü.
Postmodernist düşünürler Gilles Deleuze ile Felix Guattari
birlikte yönetim alanına ilginç bir siyaset felsefesi yaklaşımı getirdi. Kapitalizmi
bunalımlar sistemi olarak tanımlıyorlar devlet yerine “Deterritorialization”
(Yersiz Yurtsuzluk) kavramını öne
sürüyorlardı. Yersiz yurtsuzluk merkezsiz ve gövdesiz, yatay yayılan,
iktidardan sakınan düşünce yöntemidir. Göçebelerin yaşam ve örgütlenme biçimi,
hristiyanlık ve batıya karşı yıkıcılık imgelemi olarak ele alınıyordu.
Kapitalizmin ayakta kalışının nedenini çelişkilere (dışlama) bağlıyordu.
1944’te ABD’li tarihçi
“Richard Hafstad”
popülerleştirdiği sosyal darwinistlerin ileri sürdüğü düşünceye göre vahşi
ırklar medeni ırklar tarafından yok edilecekti.
Herbert Spencer, “Sentetik
Felsefe Sistemi”nde toplumların da canlı bir organizma gibi işlediğini öner
sürüyordu. Spencer, sanayileşme,
işbirliği ve rekabete uyum sağlayan bireyin yüksek düzeye ulaşacağını
savunuyordu. Özel mülkiyet ve piyasa ekonomisini savunarak “Devlete Karşı Birey”de evrimin görünmez el gibi özel çıkarı genel
faydaya dönüştürdüğünü iddia ediyordu.
Faşizmi, ırkçılık,
sömürgecilik ve nazizmi körükleyen bu anlayışı İngiliz liberal siyasetçi “Richard Cobden” de savundu. Bir
tekstil sanayicisi olan Cobden 1846’da halka ucuz tahıl sağlayan “Corn Yasası”nı kaldırttı. Sanayi
işçisi artmıştı. Herkese iş vaat ediyordu.
Almanya’da Ferdinand Lassalle ve Bismark uzlaşmasıyla eşit hak ve
ücretler tunç yasasıyla işçi sınıfının hareketleri sınırlanmıştı...
Faşizm insanlar üzerinde vahim ve derin etkiler bırakır…
“Proto Faşizm”,
faşizmin temelini oluşturan daha sonra gelen faşist ideolojileri etkilemiş modern
faşizme öncülük etmiş Roma ve eski Avrupa rejimlerinin (Almanya, İtalya, İspanya) hukuk ve yönetim
şekillerini ifade ediyor…
Diktatör terimi Antik Roma’da senato tarafından acil durumlarda
yönetime atanan ve olağan üstü yetkiler
verilen “Magistratus” (Halkın Efendisi)
ünvanından gelmektedir.
Eski
Roma’da magistralar, siyasi ve askerî otoriteyi elinde bulundurur, yılda bir defa seçilir ve bir yıl süreyle
görev yaparlardı. Promagistralar ise eyaletlerde 1 yıl için görev yapan valilerdi.
“İmperium” (buyurma) yetkisi olan üst düzey magistraların güvenliğini “Lictor”
denilen muhafızlar üstlenirdi. Lictorlar
ellerinde yetki ve güç sözünü
sembolize eden daha sonra İtalyan Faşizminin de simgesi haline gelen “Fasces” denen baltaları taşırlardı.
Faşizm sözcüğünün kökeni Roma İmparatorlarının otoritesinin
sembolü fasces adlı baltadan gelirmiş ya
Latince fasces, demet anlamına
gelen “Fascis” kelimesinden
türetilmiş…
İmperium, yetkisine sahip kişi, “Magistra” ya da “Promagistra” olarak kendisine tanınan yasal hakları yerine getirme
konusunda mutlak bir otoriteye sahipti. Roma Cumhuriyeti'ne özgü bir siyasi kurum olan bu makam
normal magistraların yetkisinin
üzerinde olağandışı görevler üstlenen olağandışı bir magistralıktı.
Julius Sezar (MÖ 100-44), yetkilerini kullanarak ilk “Autogolpe” (Sivil Darbe) ile Roma Senatosu’nu
kaldırıp kendini imparator ilan eden kişi oldu.
Cumhuriyet bürokrasisini merkezileştirmiş, kendini hayat
boyu diktatör ilan edince bir grup senatörce suikastle öldürülmüştür. Jul Sezar
ölümünden sonra da Roma tanrılarından birisi ilan edilmiştir.
Lucius Cornelius
Sulla Felix (MÖ 138-78), senatoların yetkilerini arttıran ve bu yönde
kanunlar çıkartan bir diktatördü. Felix döneminde güçlenen aristokratik
kliklerden Optimates, senatonun yetkisini arttırıp pleplerinkini kısmayı amaçlamıştı.
Çünkü tribünün, yani güçlü generallerin yönetime egemen olmalarını istemiyorlardı.
Buna karşılık Populares kliği, pleblerle halk meclislerinin gücünü arttırmak
istedi. Onlar da Sezar döneminde güçlenmişlerdi.
İspanyolca bir
terim olan Autogolpe, günümüzde Latin Amerika’da
görülen sivil darbeleri ifade eder. Örneğin Peru’da Alberto Fujimori
devlet başkanı iken parlamentoyu lağvederek iktidarı kendi bünyesinde toplamıştır. Kendi kendine darbe sonucunda anayasa ve
bağımsız mahkemeler de rafa kalkar.
Sivil darbelerin diktaya dönüşmeleri muhtemeldir. Bir sivil
darbenin ortadan kalkması askeri darbeye göre daha zordur. Askeri darbelerden sivil
hayata dönüş muhtemelken sivil darbeciler menfaat ve destekçi grupları
geliştirmeye eğilimdir…
İkinci dünya savaşı yıllarında siyasi iktidarı tek elde
toplayan gri rejimler, demokrasi ile totaliterlik karışımı ara rejimler
yani “Otoriterizm” de egemen olmuştu. 1970’lerde ABD, yönetime ilişkin
tanımlama yaptı ve ülkeleri “Totaliter
Ülkeler” ve “Otoriter Ülkeler” olarak
ikiye ayırdı. Totaliter ülke Amerikalılara göre SSCB idi. Totoliter, bütüncül
yani her alanda yetkili yönetimleri tanımlarken otoriter ülkeler bazı Batı
yanlısı ülkeler gösteriliyordu. Otoriter ülkeler ise buyurgan, yönetimi sınırsız
yetkili, siyaset ve basın üzerinde baskıcı olan ülkeleri ifade ediyordu...
Karanlıkta kar yağıyor,
Sen Madrid kapısındasın.
Karşında en güzel şeylerimizi
Ümidi, hasreti, hürriyeti
Ve çocukları öldüren bir ordu.
Sen Madrid kapısındasın.
Karşında en güzel şeylerimizi
Ümidi, hasreti, hürriyeti
Ve çocukları öldüren bir ordu.
(Nazım Hikmet)
Hayvan Çiftliği’nde (1945) dünyanın tüm liderlerini 2.Dünya
Savaşı yüzünden eleştirir “George Orwell”.
2. Dünya Savaşı yıllarında yayınlanan “1984”
adlı antiütopik (distopik) romanında Yevgeniy
İvanoviç Zamyatin’in “Biz” (1920) ve Zamyatin’den esinlenen “Aldous Huxley”in hedonizmin de eleştirisini yapan “Cesur Yeni Dünya” (1931) romanlarından
da etkilenerek otoriter toplumlara gönderme yapar. İspanya iç savaşına da
katılan Orwell bu romanı Franko’nun İspanya’sından esinlenerek yazmıştır.
Her üç roman sosyal bilim kurgu kabul edilir.
Romanda hayali bir partinin şu 3 temel sloganı vardır:
Savaş Barıştır,
Özgürlük Köleliktir,
Bilgisizlik Kuvvettir.
Sevgi bakanlığı işkenceden, bolluk bakanlığı fakirliği
sürdürmekten, barış bakanlığı da savaştan sorumludur. 1984 romanında sözü geçen
“Big Brother” (Hepimizin Abisi ya da
Büyük Abi) terimi oligarşinin otokrat yönetimini korumak için kendine uygun
gördüğü sanal kişiyi temsil eder ve
merkezi otoriteyi simgelemektedir. “Big Brother
is Watching You” bireyin merkezi
otoritece sürekli gözlem altında tutulduğunu
sistem dışına çıkanın cezalandırıldığını ifade ediyordu…
Herbert Marcuse, Walter Benjamin ve Theodor Adorno gibi
düşünürler kapitalist topluma kültürel ve ekonomik boyutta eleştiriler
getirmişti. Örneğin, Alman düşünür Theodor Adorno, Batı baskıcı ve yasakçı
kapitalist toplumsal ilişkilerinin ve üretim ilişkilerinin (teknokrasi vs.)
insan ilişkilerini de tahrip ettiğini savunuyordu.
“Teknokrasi”
toplumsal ilişkiler ve devlet yönetimde sosyal ihtiyaçların karşılanması yerine
teknik olanakların geliştirilmesini öncelik alan bir yönetim şekli.
Bugünkü yabancılaşma ve tekdüze yaşam normlarının başat
sebebi budur. Georg Lukacs da yabancılaşma
kavramından yola çıkarak
kapitalist toplum ilişkilerinde
belirleyiciliğin meta ilişkileri
olduğunu ifade etmektedir. Bunu “Reification” (Şeyleşme)
terimiyle açıklamıştı. Adorno, Lukacs ve Ernst Bloch yabancılaşma üstüne
değerlendirmeler yapan, eleştirel toplum yanlısı düşünürler totaliter toplumsal yapılara karşı modernite toplumunun sürdüğünü savunmaktaydı…
“Güç ne kadar büyükse
kötüye kullanılmasının tehlikesi de o kadar fazladır.”
(Edmund Burke)
Avusturyalı nörolog “Sigmund Freud”e göre insanda doğuştan
gelen iki eğilim var diyor. Bunlar, “Libido”
(Cinsellik) ve “Destrüdo (Saldırganlık).
Freud’un psikodinamik yaklaşımına göre libido içgüdüsel bir enerjidir.
İsviçreli psikiyatr “Carl Gustav
Jung”, bu enerjinin bireyin gelişim
sürecinde ortaya çıkan moral destek olduğunu savunuyor. Destrüdo ise bireyde içgüdüsel olarak varolan
zarar verme isteği, hatta kendini ve çevresini de öldürme içgüdüsü olarak
tanımlanıyor...
“Hasrolmak” sözcüğünü,
bir şeyin bütününü birine ayırmak, vermek
anlamında da bilmekteyiz...
Aşırı yetki tanımak “Omnipotans”
ve “Egoizm” gibi bencil ve merkezcil
üstünlük taslayan baskıcı çıkışları, “Hedonizm”
zevkçilik ya da “Clifornia Sendromu”
diye de tanımlanan davranışları tetikleyebilmekte…
Sosyolog ve kültür
kuramcısı “Stuart Hall”a göre
iletişimin önemli ilkelerinden biri diyalektiktir. İletişimdeki süreç karşılıklılık
esası taşımalıydı.
Bugün “Diyalektik”
(tartışma) yöntemden çok ”Retorik” (hitap
ve ikna sanatı) geçerli sayılmakta.
Bunu iletişim sayıyorlar…
Diyalektik (akıl) karşısına “Metafizik” de (Duyu Ötesi) konuyor ve bilim yoluyla ulaşılamayan konulara
sezgi yoluyla üretilen bilgiyle açıklık getirilmek isteniyor ya.
Peki geldiğini mi sanıyorlar? Sormadan edemiyor insan…
İletişim, bir “Methüsena” (Ululama) ya da bir metafizik (dogma) konusu olmaz.
Olamaz.
TV’de ya da başka bir kitle iletişim ortamlarında başkanlıkla
ilgili bir çalıştaymış, münazaraymış, müzakere, mukaleme ya da panel her neyse karşıtların
bir araya gelip tartıştıkları bir program
adı duyduk mu?
Yok…
Birey nesneler gibi kutsanmışlar adeta çünkü. Sorgulanmaz,
toz kondurulmazlar. Buna da işte “idealizasyon”
diyoruz…
“Georg Wilhelm Friedrich Hegel” diyalektik materyalizmin kurucusu idi. “Diyalektik Mteryalizm”i tezler ve
antitezlerle senteze varım yani yeni anlayışa ulaşma olarak özetleyelim.
Efendiyle köle ilişkisinde kölenin kurtuluşu ve özgürlüğü ancak
toplumsal bilinçlenmesi (gerçek akıl düzeyine) ve kendi farkındalığına varmasıyla olur. K.Marx bu düşünceden yola çıkıp “İşçi sınıfının kurtuluşu kendi eseri olacaktır.” demişti…
“Sophokles” ünlü
tragedyası “Kral Oidipus”ta şöyle
sesleniyor: “Güzel şey ikbale ermek, iktidarı elde tutmak, üstün bilgili olmak!”
(Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları s. 12)
Tiran ya da tiranlık, zorla yasal güç elde eden, zorba,
despot, kale sahibi hükümdar demek…
Zaman zaman kurulan askeri ya da sivil dikta rejimleri…
Onlar da tiraniye…
“Tiyatro dilinde
cinayet ve fena insan rolleri yapan aktris demektir.” diyordu Reşat Nuri
Güntekin de (Anadolu Notları I-II, İnkılab Kitabevi, s. 139)
Platon’a göre demokrasi yozlaşırsa Tirani’ye yol açıyordu.
Anayasa’yı özgürlük ve bilgelik karması olarak görür. Şöyle demektedir Platon: "Demokrasinin
esas prensibi, halkın egemenliğidir. Ama milletin kendini yönetecekleri iyi
seçebilmesi için, yetişkin ve iyi eğitim görmüş olması şarttır. Eğer bu
sağlanamazsa demokrasi, otokrasiye geçebilir. Halk övülmeyi sever. Onun için,
güzel sözlü demagoglar, kötü de olsalar, başa geçebilirler. Oy toplamasını
bilen herkesin, devleti idare edebileceği zannedilir."
Eski Roma’lı düşünürlerden “Polybius”, “Marcus Tullius Cicero” ve “Lucius Annaeus Seneca” Roma siyasal düşüncesinin
etkili düşünürlerindendi.
Polybius’un sınırlama dengeleme teorisinin Locke ve
Montesquieu’nun kuvvetler ayrımına fikir kaynaklığı ettiği ABD Anayasası’nın
hazırlanmasına da etkisi olduğu söylenmektedir.
Polybius, “Oklokrasi”yi
yozlaşan demokrasi olarak tanımlamıştır. Yani bilgisiz, yeteneksiz ve etik
olmayan gücün yönetimi; çoğunluk diktası da denebilir…
“Mobokrasi” ise,
bir çete ve zümre yönetimidir.
Herodot ve Thucydides ile birlikte önemli bir antik Yunan
tarihçisi, ilk evrensel tarih yazarı olan Polybius (MÖ 203-120), Roma'nın dünya
egemenliğini ele geçirdiği bir dönemde kuramsal yaklaşımla Romanın yönetim
döngüsünü ele alarak Roma’nın egemenliğinin Roma standartlarından ve yapısından
kaynaklandığını ortaya atmıştı.
Polybius’a göre Roma’daki karma anayasa en uygun örnekti. Konsül
(monarşi), senato (aristokratik) ve halk meclisleri (demokratik) ilkelere
karşılık gelerek fren mekanizması gibi birbirlerini denetlemişlerdi…
Hukuk ve felsefe eğitimi almış Ciceron da, Platon, Aristo ve stoacıların düşüncelerinden
etkilenmişti. Eski Yunan ve Roma’yı
hristiyanlara aktarmış Aziz Augustine üstünde etkisi olmuştu. İdeal devlet,
kurumsal düzen, başarı ve erdem gibi konular üzerinde yazılan eserlerle; Devlet
Üzerine, Yasalar Üzerine, Yükümlülükler Üzerine ile dikkat çeker…
Ciceron’a göre yasaların kaynağı akıldır. Statükocu ve
aristokrasiden yanadır. Devlet adamlığı ve görevlerini aileden üstün görür. Ciceron’a
göre devlet, “Hukuksal bağlarla
birleşmiş insanlar topluluğudur.” “Res Publica” kamuya ait olan şey, “Res
Privata” ise özel alana ait olan şeydi. İkisi karşı karşıyadır. Monarşinin
özü, uyrukların sevgisi ve akıl, aristokrasinin özü bilgelik, demokrasinin özü
ise özgürlüktü.
“Yasalar Üzerine”de
şöyle diyor Cicero: “Yasa ne insanların
zihinlerinde tasarlayarak oluşturduğu ne de halkların kararı olan bir şeydir,
aksine genel olarak evreni yönetme ve yasaklama bilgeliğiyle idare eden ebedi bir
olgudur. ‘Yasa’ adına yaklaşması şöyle
dursun, bazı çetelerin üzerinde anlaşarak aldığı, ziyadesiyle zararlı ve
tehlikeli olan birçok kararı toplumlar bağlamında nasıl değerlendirmeli? Zira
cahil ve tecrübesiz insanlar iyileştirici ilaçlar yerine zehirli ilaçlar
yazıyorsa, onlara gerçek hekim reçetesi denemez, halk nezdinde de, halkın zararlı olduğu halde
kabul ettiği her şeye yasa denemez O halde yasa adil olan ve olmayan şeyler
arasındaki ayrımın kendisidir.”
(Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları 1. Baskı, 2016,
s.37- 39)
Ciceron’a göre demokrasi yozlaşırsa tiranlığa dönüşür ve
çoğunluğun tiranlığı olur. İdeal
devlet, kral ve senato’dan oluşmalıdır
(monarşi ve aristokrasi). Bilgelik böyle devlette hüküm sürer. Roma yayılmacılığını
fethettiği yerlere barış ve refah getirdiğini akla uygun görüp destekler.
Ya hak eşitliği ya da eşitlik adaleti (İzonomi)!
Ciceron’a göre ideal lider, erdemli, adil, dürüst,
bilgedir. İyi yönetici hatip olmalıdır.
Niccolò Machiavelli Ciceron’un kitaplarındaki öğütlere tepki
olarak yazmıştır.
Bir stoacı ve kynik olarak bilinen Seneca da politikadan
uzak durmak ve mülkiyet edinmemek gibi fikirleri ortaya atmıştır. Ahlak
felsefesiyle kişinin düzenle uyum içinde olmasını, basit (yalın) bir yaşamı
savunur. Seneca devleti kurmaya mülkiyet
duygusunun yol açtığını belirtir. Devlet, eşitsizliğin, köleliğin ve
mutsuzluğun sebebidir. Devlet öncesi toplumlarda da köleliğin olmadığını ifade
eder.
Seneca’ya göre, bilgelik ve ahlak tarafından yönetilen
krallık en iyi devlet yönetimidir. Devlet, evrensel ve bölgesel devlet olarak
ikiye ayrılır. İlki kamunun olan yani aklın yolunda giden büyük devlet,
ikincisi ise insanların bir bölümünü içine alan devlet. İnsan evrensel devlete
hizmet etmelidir...
Otuz Tiran Savaşı (Pelopones) Atinalılar ve Spartalılar
arasında geçmekteydi. Savaş sonrasında (MÖ. 404’ten sonra) yönetime geçen Critas
liderliğindeki Atina’daki Spartalı oligarklar aşırı muhafazakârdılar ve 1500
kişiyi öldürdüler.
1 yıl sonra da kendileri de ortadan kalktılar…
Zalimliğiyle ünlü başka bir tiran da “Caligula”.
Eski Roma imparatoru Gaius
Julius Caesar Augustus Germanicus’un lakabıydı Caligula. Her türlü işkence yöntemi
denemekten ve öldürmekten adeta haz duyan İmparator “Albert Camus”un yazdığı
oyunda şöyle demektedir: “Tuhaf
şey! Öldürmediğim zaman yalnız hissediyorum kendimi. Yaşayanlar yetmiyor dünyamı
doldurmaya, yetmiyor içimden şu sıkıntıyı koparıp atmaya. Uçsuz bucaksız bir boşluk görüyorum siz geçince
karşıma, bakmaya tahammülüm yok. Ölüler sarsın etrafımı, onların arasında
buluyorum ben huzuru. Sahici olan onlar. Bana benziyorlar. Yolumu
gözlüyorlar, beni bekliyorlar. Nicesiyle
konuştum, bağışlanmak için yalvardılar bana, dillerini koparttırdım.” (Caligula,
Can yayınları, 2015, 1. Baskı, s. 129)
Romalı
tarihçi Suetonius, Caligula’nın
“Korktukları sürece bırakın benden nefret etsinler.” dediğini aktarır.
Caligula’nun zalimlik kadar deliliği de öyle bir safhaya
varmıştı ki “İncitatus” adını verdiği atını tanrı ilan eder onu altınla beslermiş…
“Siyasal örgütlenmenin yasak olduğu tüm halklarda
sivil örgütlenme de nadiren görünür.”
(s. 553) diyen Tocqueville, “Tek
başına eyleme özgürlüğünden sonra insan için en doğal özgürlük, kendi
çabalarını başkalarınınkiyle birleştirme ve müşterek eyleme özgürlüğüdür.”
diyordu (s. 204)
“Ortak görmek, ortak işitmek, ortak
tiksinmek, ortak haz almak ve ortak iş görmek mümkün müdür?”(Platon)
Antik çağın ütopyacılar dönemi (MÖ. 5-4.Yy) tıpkı 19.Yy’daki
Aydınlanma ve Rönesans gibi felsefe, sanat, bilim, edebiyat ve siyasette bir
sıçrama dönemi idi. Eski Yunan
düşünürlerinin idealize ettikleri toplum yapısı, ütopyacı düşünürlerin esin
kaynağı insanların zengin, mutlu, huzur içinde ve kavgasız yaşadığı saadet
dönemi diye adlandırılan “Altınçağ”a dönüştü.
Eski Roma’nın siyaset felsefesine Eski Yunan
kadar spesifik bir katkısı olmadı. Eski Yunan’ın evrensel düşüncesini alarak
aynen uygulamış yasama ve yönetim kurumlarını günümüze aktarmıştır. “Ingenuus” Roma hukukunda doğuştan
özgür olma durumunu ifade eder. I.Justinianos’un
emri ile başlayan ve bir kanunlaştırma hareketi olan çalışmalar sonucu o zamana
kadar uygulanan Roma Hukuku “Corpus Juris Civilis” denilen külliyatı toplamıştı. Günümüzde
Avrupa ülkelerinin hukuku temeli bu külliyata dayanmaktadır.
Şehir ya da site, “Synoecism”
(topluluk ya da birliği) ve “Prytaneium”tan (meclis binası)
oluşmaktaydı. Bunlar da bugünkü “Müessesat-ı
Medeniyye”ye de (uygar kurumlara da) tebarüz etmiştir…
Eski Roma’nın merkezi “Palatino
Tepesi”nde idi. “Palace” (Saray)
sözcüğünün etimolojik kökeni buradan
gelmektedir. Eski Yunan’da kentin yönetildiği meclis (senato) binalarına “Bouleterion” denirdi. “Prytanis” (başyargıç) ise Atina sitesi
kent konseyine (senato) 15 hafta süreyle başkanlık ederdi…
Eski Roma’da ise “Odeon”lar
bouleterion olarak da kullanılmıştı. “Concilium”
(Konsül) ya da “Curia” erkekler topluluğu
demek olan Latince “Covia” sözünden gelir. Kabile ve topluluk üyelerinin
bir araya gelerek tartıştıkları yer anlamındadır. Senato sözcüğüyse Latince “Senex” sözünden gelip yaşlı erkek
anlamındadır. “Municipium” Latince
kasaba ya da kent demektir, onun çoğuluna
“Municipia” denir. Günümüzde İngilizcede belediye anlamında
kullanılan “Municipality” sözcüğü de
işte buradan gelmektedir. “Municeps” yurttaş demektir...
Roma’nın yöneticileri halk tarafından seçilirken diğer kentlerin yöneticileri merkezden, Roma’dan atanmaktaydı. Soyluluklarına göre seçiliyorlardı. Curia bir
anlamda yerel yönetimin gerçekleştiği
yer anlamına gelir. Roma Forumu yapısı
günümüzde kısmen de olsa tüm ihtişamıyla ayakta.
Municipium denen kent ya da kasaba niteliğine sahip her
yerde senato ve yerel yöneticiler bulunurdu.
Antik Roma yerel yönetim meclisi “Ordo decurrionum” 2 yargıçtan oluşan bir yürütme meclisiydi. Belediye,
vergi, güvenlik gibi işler uhdesindeydi.
Sırayla kent yönetimi, 4.Yy dan başlayıp 7.Yy’dan sonra ortaçağda
tamamen özerkliğini yitirerek başpiskoposluk merkezine dönüştü. Doğu’da merkezi
devletler batıda ise 11.Yy’dan itibaren 15.Yy’a kadar komünler orta çıkmaya
başladı. Ticaret geliştikçe “Burg”
denen kaleler belirmeye başladı. Burglar krallar tarafından da desteklendi. Çünkü
krallığın geliri onlar sayesinde arttı ve orta sınıflar da gelişti.
Kentin kuruluş simgesi kral ve feodal beyden alınan “Charte” idi. Charte, anayasal bildirge
ya da nizamname, devletin veya yüksek otoritenin
düzenlediği ayrıcalıkların belirtildiği özerklik izin ve yetki belgesiydi.
12.Yy’dan sonra kentler monarşik devletlere dönüşmeye
başladı. Kentsel barış yani kentlere
özgü ceza hukuku uygulaması da başladı…
Eski Yunan ve Roma’da (antikite) kentlerde meşru birlik, “Auspicia” (Yönetime Katılım) klan ve aşiretlere
(curia) veya politik kabilesel birliklere (soy) gibi geleneksel ya da
ritüelistik biçimlere (Tribü) dayanabilirdi. Çünkü kent bir sınıfın çıkarlarına
göre şekilleniyor dönem dönem bu sınıfa hizmet eden mekanlar olarak
şekilleniyordu.
Hukuken güçlü olmasına rağmen fiilin güçlü olanın dediğini
yapan organlar (süper noter) hale de dönüşürler.
“Kentin meclis
üyeleri ve öteki memurları, lordun görevlileri olarak atanmayıp şehir halkı
tarafından seçildikleri durumlarda bile şehir halkının temsilcisi değillerdi.
Bu memurlar için kentsel hukuk, lordun hukukuydu.” diyordu Max Weber. (Şehir
Modern Kentin Oluşumu, Yarın Yayınları, 2015, 11. Baskı, s. 124)
Sanayileşme ve küreselleşme kentin yapısını da değiştirirken
para, mal ve bilgi akışına yön veren büyük kentler olmuştur. New York, Tokyo ve Londra gibi. John Friedmann
ve Goetz Wolff bu kentlere dünya kenti adını verdiler…
Eski Roma toplum yapısı, patriciler (soylular),
praetorianlar (erken dönem orta sınıf) ve
plepler (Roma halkı) diye genel iki sınıfa ayrılmıştır. Yani yöneten ve
yönetilenler.
Eski Roma devletinin en
tepesinde halk meclisi tarafından 1 yıllık görev için seçilen ve devleti
birlikte yöneten iki yönetici (konsül) bulunuyordu. Bu unvan Fransız Devrimi
sırasında 1792-95 arasında Fransa’yı yöneten “Ulusal Konvansiyon” (Ulusal Meclis) ardından kurulan “Direktuvar” (Direktörler) yönetiminin
darbeyle dağıtılmasından sonra Napoleon’un başına geçtiği hükümet için de
kullanılmıştır.
5 kişi ile başlayan
direktuvar idaresinde toplam 13 kişi görev yaptı. Meclis ise Yaşlılar ve
500’ler olmak üzere iki kısımdı. “500’ler”
yasama meclisiydi.
“Napoleon Bonaparte” 1799’da bir darbe yaparak direktuvar yönetimini dağıttı ve kendisini de
kurulan Konsül idaresinin başına 1.Konsül atadı.
Konsül, ülkeyi beraber
yöneten 3 devlet başkanından biriydi. İktidar ve mülkiyet temelli temsilden yana bir burjuva siyasetçi ve bir din adamı da olan eski direktuvar
üyesi “Emmanuel-Joseph Sieyes”in
hazırladığı darbe anayasası ile Napoleon
Bonaparte, Emmanuel-Joseph Sieyes ve “Pierre-Roger
Ducos” konsül oldular. Anayasayı
değiştiren Napoleon kendini en üst konsül ilan etti.
Napoleon daha sonra 2 konsülü
değiştirdi. Cumhuriyet görüntüsüyle bir diktatörlük rejimi oluşturdu.
Şubat 1800’de halka
Napoleon’un ömür boyu konsül olmasını onaylayan bir referandum düzenlendi. Napoleon
ömür boyu konsül oldu.
1802’de cumhuriyet ilan
edildi. Napoleon bu defa devlet başkanı seçildi. 1804’te yine halk oylamasıyla
imparator seçtirdi. Ancak akrabalarını
tahta geçirmesi, milliyetçi akımlar, içteki karışıklıklarla savaşlar yenilgileri,
işsizlik, vergiler vs. sonunu hazırladı. Sürgünde öldü.
Alexis de Tocqueville’nin “Demokrasi bir toplumun özelliği olduğunda,
hangi koşullarda yönetimin de niteliği
olur ve diktatörlüğe götürmez.” sorusuna yanıt aradığı ABD gezisine
ilişkin gözlem ve düşüncelerini ifade ettiği bir kitaptı “Amerika’da Demokrasi”. Bu kitapta şöyle der, “Tüm zamanlarda tehlikeli olan
despotizm bilhassa demokratik yüzyıllarda korkulacak bir şeydir.”
(s. 540) “Hükümetler alışıldığı üzere
iktidarsızlıktan veya tiranlıktan dolayı yok olurlar. Birinci durumda, hükümetler
iktidarı kaybederler; diğerinde ise iktidar hükümetten zorla alınır.” (
Alexis de Tocqueville, Amerika’da
Demokrasi, 1. Baskı, 2016, İletişim Yayınları, s. 269)
Aristokrasi ve monarşiyi
reddeden Tocqueville kendini yeni tür liberal olarak tanımlıyor ve demokrasinin
içinde doğduğu ve sürdüğü özgül koşulları yerinde incelemek istiyordu. Bu
sistemde ortaya çıkabilecek eski tiranlıklardan farklı ılımlı despotizm
tehlikesine de işaret eder.
Bu düşünür üzerine son elli
yıldır çeşitli incelemeler yapılmış. Liberaller ve bazı sol çevreleri de
etkilemiş Tocqueville…
Bu ilgi demokratik devrim
sonrası ortaya sürdüğü demokrasi
düşüncesi ve özgürlük çağrısında
bulunmasından dolayı: “Aslında ben
özgürlüğü tüm çağlarda sevebilirdim, ama
içinde bulunduğumuz çağlarda
ona hayran olmaya meylediyordum.”
diyor. (Amerika’da Demokrasi, İletişim
Yayınları, 2016, 1. Baskı, s. 754)
Alexis de Tocqueville, “De la démocratie
en Amérique” (Amerika’da Demokrasi) kitabını 1848 devrimlerinin öncesinde
Temmuz Monarşisinden sonra yazdı. Yani kitap burjuva kral ve liberal büyük
burjuvazi destekli (mali sermaye) ılımlı bir liberal olan Louis Philippe
döneminde (1835-1840) kaleme alınmış.
Fransa İmparatorlarından Louis
Philippe monarşisi (1830-1848) parlamento yönetimini de yani meclis hükümetini
de desteklemişti. Ancak aşırı
demokrasiye karşıydı ve işçi ve orta sınıfların ayaklanması sonucu büyük
burjuva destekli yıkılmıştır…
Demokratik cumhuriyetin sürdürülmesine
katkıda bulunmuş üç ögeyi federal yapı,
kentsel kurumlar ve yargı kuvveti olarak gösteriyordu…
Bu kitabın gayesi de Birleşik
Devletlerde uygulanan yasaları anlatmaktı: “Birleşik
Devletler’de yürütme kuvveti kendisi adına
eylemde bulunduğu egemenlik gibi
sınırlandırılmıştır ve müstesnadır; Fransa’da ise her yere yayılmıştır. Amerikalıların federal
bir hükümeti vardır; bizim ise ulusal
bir hükümetimiz. Birleşik Devletler’de egemenlik birlik ve eyaletler arasında
bölünmüştür, oysa bizde tektir ve sıkıca bağlanmıştır; buradan Birleşik
Devletler’in başkanı ile Fransa’daki kral arasında gördüğüm ilk ve en büyük
fark ortaya çıkar.” (s.139)
“Amerikalıların komşuları yoktur, sonuç olarak burada
ne büyük savaşlar, ne finansal krizler, ne yıkımlar, ne de korkulacak işgaller
sözkonusudur. Yüksek vergilere,
kalabalık bir orduya ve önemli generallere ihtiyaçları yoktur. Amerikalıların, tüm cumhuriyetler için en korkunç
musibet olan askeri görkemden korkacak bir şeyleri yoktur.” (s. 286)
Adil Zozani, ABD’de günümüzün
toplumsal modellerinden biri diye nitelediği başkanlığın aydınlanma çağı
fikirlerinin izlerini taşıdığını aktarıyor: Bunları yönetime etkin katılım ve
yetkileri sınırlı devletçilik şeklinde
sıralıyor.
Zozani “Model Ülke: Sistem tartışmasında Başkanlık” adını verdiği kitapta,
ABD’deki sistemle ilgili “Amerikalılar
Avrupa’daki gibi toprağa bağlı aristokrasiyi istememişler. Doğal olarak oradaki
gibi kral-devletler de yok hanedanlıklar olmayacaktır.” diyor…
“Carl Friedrich”in “Sınırlı Devlet”
kitabından alıntıladığı çoğunlukçu demokrasi uygulaması eleştirisini ABD’de
despotluk oluşumuna karşı önlemin, katı bir güçler ayrımı yoluyla
çözümlendiğini aktarır: “Çoklukla
İngiliz, Avrupalı kolonilerin Amerika’ya ayak bastıkları 15.Yy’ın son döneminde
karşılaştıkları sonsuz genişlikte işlenmemiş bir kara parçasıydı. Alman
coğrafyacı Waldseemuller yazdığı bir makalede adanın adına ‘Amerika’ dedi. Liberal
düşünce akımının ilk şekillendiği bu topraklarda eşit yurttaşlık kavramının
yanına fırsat eşitliği kavramı da ilave ettiler.” (Öteki Yayınevi, 1.
Baskı, 2016, s.142)
“Amerika’da
bulunduğum süre boyunca fırsat eşitliği kadar dikkatimi çeken olgu olmadı.” demişti Tocqueville.
Günümüzde ABD şirketlerinin çıkarlar için kullandığı güç ve
baskı “Dolar diplomasisi” olarak
niteleniyor. Yüzyıl başlarında ortaya çıkan “Soyguncu Baronlar” ve “Zenginler
Kulübü” uluslar arası para akımı ve
ticarette etkili ülkeler uluslar arası ekonomik sosyal çarpıklığın da asıl
nedeni olarak görünmekte.
Jack London, Amerikan
halkına ithafen şöyle seslenmişti: “Kapitalist
hükümetler nasıl hızla yıkılıyorlar da yerlerinde yine o kadar hızla halk
cumhuriyetleri kuruluyordu. ‘Birleşik Devletler nerede kaldı?’ ‘Uyanın ey
Amerikan ihtilalcileri!’,’Amerikaya ne oldu?’ Öteki memleketlerdeki muzaffer
arkadaşlarımızdan bize uçan haberler
işte bu biçimdeydi. Ama biz bir türlü başımızı doğrultamıyorduk, oligarşi
önümüze dikilerek yolumuzu kapatıyordu. Kocaman bir canavar gibi başımızda
bekliyordu.” (Demir Ökçe, Everest Basım yayın, 2.Basım, 2003, s 158).
Ian Buruma ve Avishai
Margalit “Occidentalism”
(Garbiyatçılık) adlı kitapta belli
başlı batılılaşma karşıtı hareketlerin tarih ve nedenlerine
ışık tutarken, 19.Yy ekonomik liberalizminin
yarattığı “Amerikanizm” ve “Makine Uygarlığı”nın birçok açıdan bu eleştirilerin
odak noktasında olduğunu işaret ettiğini belirtmektedir…
Gelelim Rusya’ya…
Geniş coğrafyası, etnik ve kültürel çeşitliliğine bağlı
oluşan idari bölünmeyle Rusya Federasyonu farklı toplumsal ve tarihsel yapılar
ortaya çıkarmıştır.
“Sovnarkom” 15
kişilik konsey hükümeti 1946’ya kadar SSCB’yi yönetmişti. Federal Meclis, üst yasama organı olarak
eyalet, özerk bölge ve cumhuriyetlerden seçilen 180 üyeden oluşuyordu. Duma
Çarlık Rusya’sında 1905-1917 arası, bu tarihten sonra da bugünkü gibi bir alt
yasama meclisi olarak 450 üyesiyle 1993’e, Rusya Federasyonu Duması olana kadar
varlığını sürdürdü.
Çarın atadığı valiler (gubernatör) illeri (nüfusu 300-400
bin) “Guberniya”ları yönetirdi.
Esasen Rusya topraklarının 1/3’ü Çar ve 2/3’ü derebeyleri (boyar) arasında
paylaşılmıştır. Feodal beylerin emrindeki bölgeler “Zemçina” olarak adlandırılıyordu. 1864-1917 taşra meclisleri ise “Zemstvo” olarak anılmaktaydı. Yerel
özyönetim 18.Yy’da soylularca dayatılmıştır.
1850’lerde daha sonra
Nietzsche’de de görülen “Nihilizm”
Turgenyev öncülüğünde Rusya’da etkili olmaya başlamıştı. Din, töre ve her türlü
kuralın insanı köleleştiren düşünce sayan Martin Heidegger’e göre nihilizm batı
düşüncesinin temel öğelerinden biridir. Romanlarıyla köleliği, zulüm ve baskıyı
eleştiren “İvan Turgenyev” “Babalar ve
Oğullar”da “Nihilist, hiçbir kuvvet
önünde eğilmeyen, hiçbir inanca bağlanmayan kimsedir.” diyordu...
Rusya’da otokratik yönetime
karşı devrim düşüncesinin bir öncüsü de “Aleksandr
Radişçev” sayılmaktadır. Rus edebiyatında kitabı yasaklanıp sürgüne
gönderilen ilk yazar olan Radişçev ayaklanmayı halkın yazgısını değiştirmek
için şart görüyor, yukarıdakilere ve liberal reformlara umut bağlamanın
köylülerin yaşamını değiştirmeyeceğini savunuyordu. Mutlakiyetçiliği de
eleştiriyordu.
Sürgün yerine giderken yazdığı bir şiirde şöyle diyordu Radişçev:
“Sor, neyim ve nereye
gidiyorum?
Eskiden neysem oyum ve sonsuza dek öyle kalacağım:
Ne bir hayvan, ne bir kütük, ne de bir köleyim; ben bir insanım!”
Eskiden neysem oyum ve sonsuza dek öyle kalacağım:
Ne bir hayvan, ne bir kütük, ne de bir köleyim; ben bir insanım!”
Lenin 1917’deki Köylü Kongresi’nde “Rusya’daki toprak mülkiyeti rejimi korkunç bir sömürü düzeni
yaratmıştır.” demişti. Köylüler
ortakçı olarak imparatorluk topraklarında (obsçina) kira ile vergi ödemek karşılığında
karın tokluğuna çalıştırılıyorlardı. Narodnikler devrim düşüncesinin
yayılmasında etkili olmuşlardı. Narodniklerin esin kahramanı Kazak ayaklanma
önderi “Yemelyan Pugaçov”dur. Otokrasinin yıkılmasını ve toprağın köylüye verilmesi
gerektiğini ileri sürüyorlardı. Bu devrimci hareket, köylülerin sosyalizmin
temelini oluşturacağını da savunuyordu. Temsilcileri ise Aleksandr Ivanoviç
Herzen, Piyotr Lavroviç Lavrov ile Nikolay
Gavriloviç Çernışevski idi. Bunlardan biri ve kurucusu sayılan “Aleksandr Çernışevski” hakkında Karl Marx, “Rus eleştirisinin büyük bilgini. Çağımızın tüm ekonomicileri içinde tek
özgün kafaya sahip olanı Çernışevski’dir; ötekileri sıradan derleyicilerden
başka bir şey değildir.” derken Lenin ise hakkında, “Onun etkisiyle, yüzlerce
genç, devrimci oldu… Örneğin kardeşimi büyüledi; büyüsüne ben de kapıldım.
İçimde çok derin bir iz bıraktı.” demişti. Karl Marx’a göre burjuva iktisadının iflasını ortaya koyan
büyük bir eleştirmen, Lenin’e göreyse sınıf mücadelesinin ruhunu yansıtan
militan bir demokrattı Çernişevski.
SSCB’nin kurulmasıyla birlikte eski imtiyazlıların ve
devrim muhaliflerinin hiçbir ayrıcalıkları kalmamıştı. 1929’da kulak (zengin
köylülük) tasfiye edilerek kolhozlara katıldı ve küçük üretimcilik teşvik
edildi...
“Rusya Federasyonu Federal Meclisi” çift meclisli bir ulusal yasama organıdır. SSCB’deki “Yüksek Sovyet ve Halk Temsilcileri Meclisi”nin
yerini almıştır. Devlet protokolü, Devlet Başkanı, Başbakan ve Federasyon Konseyi Başkanı’ndan
oluşmaktadır.
Milletvekillerinden oluşan “Devlet Duması” alt meclisi, delegelerden oluşan “Federasyon Konseyi” üst meclisi oluşturur.
Yarı başkanlık sistemiyle
yönetilen Rusya Federasyonu’nda Duma 450 sandalye ile temsil edilir. Dumanın
bazı görevleri, başbakanın atanmasını onamak, Sayıştay başkanını ve üyelerinin
yarısını atamak, 2/3 çoğunlukla Başkana ihanet suçlamasında bulunmak ve
hükümete güven oylamasına karar vermek şeklinde sayılabilir. Ayrıca Dumanın ana
birimleri çeşitli konularda işlevleri olan 30’a yakın komiteden oluşmaktadır.
Rusya’da toplam oyun yüzde
5’inden fazlasını alan partiler meclise milletvekili sokabilmektedir. 2016’daki
sandalye (milletvekili) dağılımında, “Vladimir
Vladimiroviç Putin”in “Birleşik
Rusya Partisi” (merkeziyetçi) 343 milletvekilliği kazanmıştı. İkinci büyük parti ise “Gennady Andreyevich
Zyuganov”un
liderliğini yaptığı “Komünist Parti”
42 milletveli ile temsil edilir. Yahudi asıllı “Vladimir Jirinovski”nin aşırı sağcı milliyetçi muhafazakâr “Liberal
Demokrat Partisi”nin saldalye sayısı 39’dur. Diğer sol parti merkez solu temsilen “Sergey Mironov”un Doğru Rusya
Partisi’nin milletvekili sayısı ise 23’tür. Komünistler, “Doğru Rusya Partisi” ile “Rodina
Partisi”nin sosyalist oyları bölmek
amacıyla kurulduğunu savunmaktadır.
Bu 83 federe yapı 2’şer delegeyle olmak üzere Rusya
parlamentosunun üst kanadı olan Federasyon Meclisi’nde (Federasyon Konseyi)
toplam 170 konsey üye ile temsil edilir.
Rusya Federasyonu’nda 21 cumhuriyet, 46 oblast, 9 kray (yöre) 1 özerk bölge, 4 özerk birim ve 2 federal
şehir yeralır. Cumhuriyetler otonom bölge (özerk) kabul edilirler. Anayasası,
başkanı ve meclisi bulunur. Her biri etnik bir kökenin anavatanı kabul
edilir. Bununla beraber federal
hükümetçe temsil edilip diğer federasyonlarda da olduğu gibi federal kanunlara
tabidir. Örneğin, Çeçenya, Tataristan Dağıstan gibi.
Oblast yani özerk bölge, SSCB’de de özerk cumhuriyetten
sonra gelirdi. Rusya 83 federe birime (subyekt) bölünmüş ve 46 tanesi “Oblast”tır. Örneğin Moskova bir
oblasttır. Oblast valilerini Rusya
Federasyon Hükümeti atar ancak yerel meclis üyelerini yöre halkı
seçerler. Oblasttaki en büyük şehir
merkez sayılır.
Kraylar da (yöre)
oblast gibidir. "Krai" adı
tarihidir, zamanında öncü bölge sayıldıklarından bu isimle adlandırılmışlardır.
Rusya’da 1 tane özerk yahudi
bölgesi vardır. “Jewish” 1928’de Stalin’in SSCB’de her etnik gruba bir
özerk oblast verme projesiyle kuruldu.
Amaç etnik kimliğe millet statüsü kazandırmaktı. Ancak 2. Dünya Savaşı
ve 1929 Ekonomik Buhranıyla gelen Yahudi (yidiş dilinden) sığınmacılar SSCB’nin
dağılmasıyla yeniden Almanya ve İsrail’e göç ettiler. Yahudi nüfusu yüzde 2’ye düştü.
Rusya’da 2 birim ise “Federal şehir” statüsündedir: Moskova 36 belediyesel rayon ve 36 şehirsel
okrug, Sankt-Peterburg (St. Petersburg)
ise 18
rayondan (ilçe) oluşmaktadır. Okrug, idari
bölgelerdir. Moskova’da üst kademe, Sankt-Peterburg’da
alt kademe idari yapılanmayı ifade eder. 7 ve 5 milyonluk
nüfuslarıyla büyük şehirlerdir.
Fransa’da yönetim bölgeleri “Arrondissement” (ilçe) olarak adlandırılır. İlk
kez 1795 yılında uygulamaya konan bu sistem ihtiyaçlar ve sosyal
kültürel yapıya göre şekillendirilmiş. Paris 12 arrondissement’e bölünmüştü.
III. Napoleon'un “Büyük Paris”
projesi kapsamında “Georges-Eugène
Haussmann”ın Paris'i yeniden planlaması kapsamında 1859'da
arrondissement'ların sayısı 20'ye çıkarılmıştı.
Japonya’daki toplam 47 adet 1.düzen idari bölümlerden her
birisi “Profektör” olarak
adlandırılır. 1868’de kurulmuşlardır. Doğrudan tek dereceli seçimle halk tarafından
seçilen bir vali tarafından yönetilirler.
Tek meclisli
(gkai) tarafından çıkarılan
yönetmelik ve bütçelerle yönetilir. Her profektör kenti ilçe, kasaba ve köylere
ayrılır. Bazı profektörler de uzak bölgeler
alt profektörlere ayrılır. (yönetimi
kolaylaştırmak için) Örneğin Japonya’nın en kalabalık profektörlüğü olan
Tokyo’ya (12 milyon) bağlı ilçe sayısı 1, belediye sayısı 39 adettir. 9 milyon nüfuslu Osaka’da ise 5 ilçe 43
belediye bulunur. Bölgeler ise idari ayrımlara tabi tutulmuştur.
Japonya’da yasal idari statüye sahip şehirler “Belirlenmiş
Şehir” olarak adlandırılır. 1 Nisan 2012’deki hükümet kararnamesi ile belirlenmiş,
Yerel Özerklik Kanunu’na göre nüfusu en az 500 bin olan bu şehirlerin toplam sayısı
20’dir. Kamusal eğitim, sosyal refah, sağlık, iş izinleri ve kentsel planlama
gibi profektörlük görevlerini
gerçekleştirir.
Semt (Ku) denen alt
birimlere ayrılan kentlerde kamu görevleri yerine getirilir. Tokyo’da 23,
japonya’da 171 tanedir.
''Adalet olmayınca
devlet büyük bir çeteden başka nedir ki?''
(Aurelius Augustinius)
(Aurelius Augustinius)
Kleptokrasi, bir çalma rejimi olarak adlandırılır.
Kleptokrat, hırsız yönetim demektir. Devlet
işlerine rüşvet, çıkar ve kişisel ilişkiler egemen olur. Zeynep Oral,
Kleptokrasi için “Halkın kendi hırsızını
kendi oylarıyla seçmesidir.” demişti (Cumhuriyet, 6 Mart
2014) Elde edememe sonundaki huzursuzluk
ihtiras, haris aşırı derecede para hırsı (mammonizm) obsesif takıntılı
durumlara sebep olmaktadır.
Ahmet Hamdi Tanpınar,
hürriyetsizliğin fakirlikten beter olduğunu belirtirek asıl korkunç ve
tahammülsüz olanın hürriyetsizlik olduğunu ifade eder ve “Saatleri Ayarlama Enstitüsü” romanında şöyle der: “Politikadaki hürmet, bir yığın
hürriyetsizliğin anahtarı veya ardına kadar açık duran kapısıdır.” (s.23)
Tanpınar’a göre, “Bir ihtiras ne kadar
masum olursa olsun yine tehlikeli bir şeydir.” (Dergah Yayınları, 13.baskı,
2008, s. 23)
“Sulta ya da otorite”
(yetke) başkalarını inandırıp kendisine
bağlama, bir şeyi yasaklama ya da
yaptırma gücünü ifade eder. “Mutlakiyet” ise iktidarın yasal ve geleneksel sınırlamalar
olmadan geniş alana hükmettiği bir siyasal düzendir.
“Monarşi” (Monarchie)
dilimize Fransızcadan geçmiş Eski Yunanca bir sözcüktür. “Monos” (tek) ile “Archein” (yönetmek)
fiilinden türemiştir, tek şef, tek kişinin yönetimi anlamına gelir. Mutlak
monarşi ise, yasama yürütme ve yargının (kuvvetler birliği) hükümdarda toplandığı
yönetim sistemidir. İktidarın aynı aileden soydan
geçme (patrimonyal) yoluyla kalması, devlet başkanının bu yetkiyi yaşamı
boyunca elinde bulundurması, cezalandırma ve bağışlama yetkilerinin sadece
padişahın elinde bulunması monarşiyi diğer yönetim biçimlerinden ayıran en
önemli özelliklerdir.
“Meşruti Monarşi ya da Anayasal monarşi” (Meşrutiyet), seçilmiş hükümet ve temsili bir kralın yönetimi.
“Parlamenter Monarşi” diye de tanımlanan meşruti monarşi, cumhuriyet ile
mutlak monarşi arasında bir sistemdir.
İlk meşruti devlet Hitit
İmparatorluğu’dur...
Doğu’da İslam toplumu
ortaçağa denk gelen 8-13.Yy arasında bilimsel ve teknolojik gelişme çağı
yaşadı. Tıpta “İbn-i Sina” astronomi ile matematikte de Kindi, Battani, Farabi, Harizmi ve Ömer Hayyam Batı’da da bilinirlerdi.
“El-Kanun fi't-Tıb” veya Latince ismiyle “Canon Medicinae” (Tıbbın Kanunu), Avrupa’da
Avicenna olarak da bilinen İbn-i Sina'nın 14 ciltlik tıp ansiklopedisi
Ortaçağ’da üniversitelerde ders kitabı olarak okutulurdu. İslam rönesansı haçlı seferleriyle Avrupa’ya da
taşınmıştır.
Kuruluşu bütün konargöçer
topluluklarda olduğu gibi beyliklerden devletleşme aşamasına giren Osmanlı da
kurun-i vista yani orta çağların devlet yapısına ve yerleşik düzenine geçmişti.
Feodal toplumdaki serf (köle)-senyör (oligark)
ilişkisi (servaj) başta görülmediyse de toprağın giderek
bölüşülüp meta haline gelmesiyle devlet ve uyruğu arasındaki maddi ilişkilere
dönüşmüştür.
1876’ya kadar mutlak monarşi
ile yönetilen yani padişahın her şeye mutlak egemen olduğu, padişahtan başka
bir tek yetkili organın ve yetkilerini sınırlayan herhangi yazılı kanunun bulunmadığı
Osmanlı Devleti ancak 1876’dan sonra meşruti monarşiye geçmiştir. Bu dönemde
anayasa olmakla beraber mutlak güç yine de padişaha aittir. “Heyet-i Vükela” yani vezirler
(sadrazam) ve nazırlar (bakanlar) olmakla beraber padişahın mutlak veto yetkisi
vardı. “Meclis-i Mebusan”
(Milletvekili Meclisi) padişaha karşı
sorumlu olduğundan sadrazam (başbakan) dahil hepsi
padişah tarafından atanıp azledilebilirlerdi.
Padişahın sikke basımı,
mehter çaldırma, sancak verme, hutbe
okutmak gibi bir takım kendine özgü onay simgeleri vardı. Osmanlı Devletinde
topraklar sahiplerine göre kısımlara ayrılmıştı. Toprakların büyük kısmı
derebeylerine aitti ve “Mütegallibe”nin (Zorba Takımı)
elindeydi. Bu despotik zümrenin gücünün
halk üstünde büyük etkisi vardı; halkın fikirleri davranış ve özgürlüğü bu
zadegan takımının baskısı altında tutulurdu...
Miri toprakları “Reaya” denen sınıf işlerdi. Kişi ve
kurumlara bağlı topraklar “Vakıf”
devlet hazinesine bağlı topraklar “Mukataa”
Müslümanlara ait topraklar ise “Ösri” şeklinde
ayrıma tabiydi…
“İlm-i Kelam”
mütekallim (söyleyen, konuşan) sınıfa, İslamı akıl yoluyla savunmaya dayanan
ilim İslam düşünürlerini filozoflardan ayırmak için takılan isimdi. Bilgi
yerine inancı öne alan (fideizm) ve din
temelli Osmanlı Devleti’nin yıkılmasında etkisi olan dinsel kurumlardaki
yozlaşma ve bilimsel yeniliklere ve değişime muhalefet halkın
aydınlanmasına karşı çıkışlar yine obskurantist (karanlıkçı) çevrelerden
geliyordu. Örneğin,1580’de Takiyüddin bin Maruf’un İstanbul’da yaptırdığı rasathane şeyhülislam
jurnaliyle yıktırılmıştı. Bugün bile sırrı tam olarak çözülememiş
içeriğinde 132 harita da bulunan ünlü “Kitab-ı Bahriye”yi yazmış “Piri Reis” bile idam edilmişti. Çeşitli
gemicilerin haritalarının birleşiminden oluşturulduğu varsayılan Piri Reis’in
haritasındaki bazı detaylar tam olarak ancak ilk kez ayrıntılı uzaydan 1968’de çekilmiş Dünya
fotoğraflarıyla açıklık kazanabilmişti.
Tutucu çevreler, gerici
güçler ve yeniçerilerin direnmelerine rağmen yenileşme dönemi; 1789’da tahta
geçen III.Selim’in (1789-1807) uygulamalarıyla Osmanlı’nın yeniliklere
açılması başlamıştır. 1808’de 2. Mahmut
döneminde ilk gazete “Takvim-Vakai”
çıkarılmıştı (1831). 1839’da padişah
ilan edilen Abdülmecit döneminde de meşrutiyeti destekleyen ilk özel gazete “Tercüman-i Ahval” yayınlanmıştır.
“Batıcılık”la,
Türk toplumuna batıda gelişen düşünce, yönetim şekli ve yaşam tarzını uygulayıp
ülkenin gelişimine katkı sağlamak amaçlanmıştı. Aydınlanma düşünce ve
kurumlarıyla ilgilenen batıdaki gelişmelerle tanışan sınırlı aydınların
girişimi ile Osmanlı Devleti’nde de bu düşünce biçimi etkili olmaya başlamış, 1839’da
Gülhane Parkı’nda okunan fermanla Tanzimat (reformu) ilan edilmiştir. Tanzimat
döneminde siyasal ve hukuki yenilikler sürdürülmüştür. Ferman halkla payitaht
(saltanat) ilişkilerine şekil vermeye başlamıştır: Vergi, emniyet, yargılama,
askerlik, maaş gibi. “Darül Fünun” (Üniversite)
kurulmuş, bir Bilim Kurulu “Encümen-i
Daniş” oluşturulmuştur. 23 Aralık
1876’da ilk kez meşrutiyet ilan edilerek, 26 Temmuz 1908’de de Kanuni Esası
(anayasa) yürürlüğe sokulmuştur 2.Meşrutiyet ilan edilmiştir. Kanuni Esasi ile
kurulan Genel Meclis “Meclis-i Umumi”
yerel egemenlerin oluşturduğu “Meclis-i
Ayan” ve seçilmiş milletvekillerinden oluşan Meclis-i Mebusan’dan
oluşuyordu.
Koyu bir istibdat idaresi (baskı rejimi) uygulanan 2.Abdülhamit döneminde Osmanlı Devleti toprak kaybetmeye de başlamıştı.
Kurulan parlamento da 2 yıl sonra Abdülhamit tarafından dağıtılmıştır. Ziya
Paşa ve Namık Kemal’le birlikte
anayasayı hazırlayanlardan birisi olan Sadrazam “Mithat Paşa” düzmece bir kararla önce Taif’e sürgün edilir orada
da boğdurulur.
“Tevhid-i Kuvva” (Kuvvetler Birliği) ilkesiyle yönetilen devletin yasama erki, yürütme
ve yargı erkini de kullanması 1921 Anayasasında olduğu gibi padişah (halife) yetkisindeydi. “İrade-i
Seniyye” yani padişah emri de, “irade-i
Şahane” yani ferman da fetva da padişahtaydı.
“Hilafet” İslami siyasi ve hukuki bir yönetimdi.
Halifeliğin siyasi önemini bilen Yavuz Sultan Selim’le Osmanlı’ya geçen
halifelik (hilafet), saltanatın 1 Kasım 1922’de kaldırılmasından sonra 3 Mart
1924’te kaldırılmıştır.
1924’te İngiliz hakimiyetinde
hilafet yanlısı bir parti olan din ve liberal temelli “Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası” siyasal sahneye çıksa da 1 yıl
sonra kapatıldı. Halife, farklı sosyal yapıya dayalı kabilelerden oluşan İslam
toplumunda (ümmet) iç çatışmalarla dağılmayı önlemek için getirilmiş bir üst
makam olarak görüldü. İlk büyük halifelik dönemi peygambere ilk vahiy indiği
610 senesiyle Ali’nin öldüğü 661 senesi arasıdır (Ebubekir, Ömer, Osman, Ali). “Hulefai-i Raşidin” ise 4 büyük halifeden
sonra gelen halifeler dönemidir Zamanla İslam toplumunda da bölünmeler başlamış
farklı itikad ve tarihsel kollar (mezhepler) ortaya çıkmıştır. Örneğin
Rafıziler, Ebubekir ve Ömer’in halifeliklerini geçerli saymazdı…
“İbn-i Haldun”a
göre toplumları mümkün kılan 3 sebep güvenlik, otorite ve ekonomik ihtiyaçlardır.
İbn-i Haldun devlet görüşünde bireyleri ilkellikten
uygarlığa götüren nedenin toplumsal bağ (asabiyye) olarak görür. Haldun’a göre,
bir grubu dayanışmaya iten öge başta kan
temelliyken (soy asabiyeti) devlet aşamasına geçtikten sonra dinsel otoriteye bağlılık olmaktaydı. İlki “Nesep” (Şecere) diğeri “Müktesep” (Sebep) asabiyettir…
“Kut” eski
Türkçe kutsal iktidar, üstün güç demekti. “Emir
ül Müminin” (Ulül-ü Emir) ise bütün Müslümanların emiri demektir. Kur’an’a göre (Nisa suresi) devletin esası
devlet reisine (ulül emre) itaate dayalıydı. Ancak Ulül Emir’in (Emir
Sahipleri) konusunda bir görüş birliği (açıklık) getirilmemiştir.
ABD’liler din ile siyasetin
uyumunu bozmamış Tocqueville’ye göre, “Birleşik
Devletler’de tüm mezhepler, büyük bir
hristiyan birliği oluştururlar ve hristiyanlığın ahlakı her yerde aynıdır.
Amerika’nın büyük kısmı, Papa’nın otoritesinden kaçtıktan sonra, hiçbir dinsel
üstünlüğe itaat etmemiş insanlardan oluşuyordu.
Bunlar o halde yeni dünyaya en iyi biçimde demokratik ve cumhuriyetçi
olarak adlandırabileceğim bir hristiyanlığı getirdiler. Bu da kamusal
meselelerde cumhuriyetin ve demokrasinin kurulmasını kolaylaştırdı.” (s.
296-299)
Bizdeki sistemin adı
İmamokrasi mi?
Özdemir İnce, 1950’den 2000’e
kadar tam 50 yıl içinde “Tevhid-i
Tedrisat” (öğretim Birliği) kanununun parçalandığını, devlet
bürokrasisinin, toplumun yapı ve kurumlarının planlı olarak kadrolaştırıldığını
ifade ediyordu. ( İmam Hatip Saltanatı ve İmamokrasi, Tekin Yayınevi, 2016, 1. Baskı s. 26-27)
H. Aliyar Demirci “Başkanlık
Sistemi” kitabındaki makalesinde Recep Tayyip Erdoğan’dan “Üniversite
eğitinden çok müktesebatındaki imam hatip lisesi eğitimi, özellikle 80
sonrasında içinde yeraldığı Milli Görüş Hareketi’nin bu okulları öne çıkarmış
olması dolayısıyla dikkat çeker.” şeklinde bahsederken “1990’larda imam hatipli olmak bazı çevrelerde yarı politik bir kimlik
olarak benimsenmiştir.” diyor. Demirci’ye göre, “Esasen siyasi partiler kanunumuz ve parti içi tüzükleri merkeziyetçiliği
ve genel başkan otoritesini güvenceye alır. Liderler Türk toplumundaki mutlakçı kültürel
geleneğe bağlı olarak eleştirilmesi ve buna hoşgörü ile yaklaşmayı sanki bir
güçsüzlük belirtisi olarak algılarlar.” (Liberte Yayınları, 2015, 1. Baskı,
s. 43)
IEA adlı kuruluşun yaptığı
değerlendirmede Türk öğrenciler fen dalında
sondan altıncı matematik dalında sondan sekizinci diye aktarıyor Özdemir
İnce (a.g.e, s. 29) Ne Almanya’da ne Fransa’da bizdeki İmam Hatip liselerine
benzer bir okul yoktur. İmam hatipleştirmenin kısa tarihine de değinen Özdemir
İnce, 1950’den itibaren özellikle Demokrat Parti ve Adalet Partisi’nin yüzlerce
okulu açarak eğitimi dinselleştirdiğini söylüyor. 1958’de 26 adet olan sayı
1969’da 71’e, 1997’de 600’e ulaşmış.
“Üst kimlik İslam” diyen İslamcı gazete yayınını eleştiren İnce,
RTE’nin Yeni Zelanda’dan, “Bizdeki
etnik unsurları birbirine din bağlar.” dediğini de aktarır. (s. 91)
AKP’nin İmam Hatip politikası
buydu.
İmamokrasi “Türk toplumunun İslamileşmesinden
kaygılanmak sanıldığı gibi bir paranoya değil zira tamamen ya da kısmen
İslamileşmiş bir toplumda artık ne demokrasi ne de özgürlükler vardır.” (s.
160) diyen Özdemir İnce, “AKP’nin Mısır
ve Suriye siyaseti irticaya dayandığı için iflas etmiştir. RTE hükümeti Arapların iç işlerine karıştığı
için, bu dünyayı kendine düşman etmiştir.” demekteydi…
“Balkanizasyon” politikası Osmanlı topraklarında ulusal toplulukların gerici ve
milliyetçi yargılarla bir araya gelmesi olanaksız devletler haline getirmeyi
amaçlayan emperyalist devletlerin parçalama politikasıydı. Örneğin 1850’lerde “Yakındoğu Konfederasyonu” adıyla
İstanbul merkezli bir konfederasyon oluşturulmak istemişti. Başına da kukla bir
halife getirip bu amaç gizlenmek istenmişti. Projenin mimarı İngiltere’dir.
“Stratford Caning” adlı bir İngiliz elçisi, 1850’li yıllarda babıali diplomasisini ve
padişahı idare edecek derecede Abdülmecit’le
yakın dostluk kurmuştu. Hem mutaassıp hem de
bir Türk düşmanıydı. Sir “Hamilton
Seymour” isimli İngiliz elçisi ise Rus Çarı I.Nikola’ya şu teklifi yapmıştır:
“Kollarımız arasındaki hasta adamın
ölmesini beklemektense neden iyileştirmeyi düşünmüyoruz?”
“Westminster”
modeli İngiltere’ye (Britanya İmparatorluğu) özgüdür. Anayasa yoktur. Merkeziyetçi yönetime rağmen
kamuoyunun önceliklerini dikkate alan politik kültür egemendir.
İngiltere Haklar Yasası,
İngiliz Parlamentosunun 1689’da yayınlayarak, egemenliğin parlamentonun eline
geçtiğini bildirdiği yasaydı. İlkeleri:
Parlamento tam bir özgürlüğe
sahip olacak, sık sık toplanacak, seçimler serbest olacak, parlamentonun kabul
ettiği yasa kral dahil herkesi
bağlayacak ve parlamento izni olmadan asker
ve vergi toplanamayacaktır.
Bu yasa ile hukukun üstünlüğü ve demokrasinin kilit ilkeleri
İngiltere’ye yerleşerek uygulanmaya başlamıştır.
İngiltere’de 1215 yılında
Magna Carta ile meşruti monarşiye geçilmişti. Baronlar yani yerel beylerle
(toprak sahipleri) yapılan anlaşmayla
kralın yetkisinin sınırlandırılmasının ilk adımı atılmıştı.
“Magna Carta Libertetum” (Büyük Özgürlükler Sözleşmesi), günümüzdeki anayasal
düzene kadar yaşanılan sürecin ilk basamağıdır: Delil olmadan dava açılamaz
(madde 38), yasaya uymayan karar olmadan tutuklama, hapis, sürgün, kötü muamele
olmaz (madde 39), adalet gecikmez (md 40), yasaları bilmeyen kişi yetkili
olarak atanamaz (md 45).
11.Yy’da ticaretin
gelişmesiyle ve burg adı verilen
kalelerde yaşamaya başlayan “Burjuvazi” (burgensis) denen kent soylu sınıf ortaya
çıktı. Kralların danışmanları (kurul) Magna Carta ile temsil meclisine dönüşmüş
ve ticaret burjuvazisini de temsil etmeye başlamıştı. Burjuvalar (avam) ve
toprak soylularını (lordlar) temsil ediyordu. İlk partilerin nüvelerini işte bu
kabineler oluşturdu.
Parlamento, Fransızca “Parler” (Konuşmak) sözünden
gelmektedir. “Kabine” ise
İngilizcede küçük oda demektir. Birleşik Krallık parlamentosu Londra’daki
Westminster Sarayı’nda toplanır. Bugünkü lordluk statüsünün ise soylulukla bir
ilgisi olmayıp sadece saygınlık ifade eder, Lordlar kamarası üyeleri de
partiler tarafından atanma yoluyla seçilirler.
9 Mayıs 2012’deki toplantıda
kraliçe gelecekte lordlar kamarası üyelerinin de avam kamarası üyeleri gibi
seçimle belirleneceğini ifade etmişti. Zira halk tarafından seçilmişler lordlar
kamarasının üyelerinin muhalefetine rağmen reform talep etmektedir.
İngiltere’de People’s “Charter” (Halkın Talepleri
Bildirgesi) proletaryaya da oy hakkı
sağlamıştı.
Sağlayan da 19.Yy’daki ilk
bağımsız işçi hareketi Chartist harekettir. 1857’de Londra’da çalışanlar (alt
ve orta sınıflar) bir bildiri yayınlayarak taleplerini iletirler. “Feargus
Edward O’Connor” tarafından kaleme alınan bildirge 1836’daki durgunluk
sonrası işçilerin “İşçiler ve Çalışanlar Derneği” çatısı altında toplanıp da
yayınladığı 6 maddelik bir bildirgeydi.
Genel oy, gizli oy ve açık sayım ilkesi milletvekili seçilmek için bir
miktar varlık sahibi olma koşulu dışında 10 saatlik iş günü yasasını da
parlamentoya kabul ettirebilmiş, seçme seçilme hakkının tanınmasında da büyük
rol oynamıştır.
İngiltere’de kadınlara oy
hakkı ise “Suffrage” hareketi ile 1830’larda
başlayıp ancak 1918’de seçme ve seçilme hakkının verilmesiyle
sonuçlanabilmişti. Süfrajetlerin
başlattığı girişimler 30 yaşını dolduran kadınlara seçme hakkı getirdi.
Teokratik monarşi, tek kişinin egemenliğindeki dine dayanan
yönetim. Sistemin temeli dogmalara dayanır: S.Arabistan, İran ve Vatikan
böyledir.
Engizitor şeraitle yönetim, “Entegrizm” de gericilik, aşırı muhafazakârlık olarak
tanımlanabilir. “Roger Garaudy” genel
özelliklerini “Entegrizm” kitabında açıklamaktadır. Entegrist hali dinde
değişikliği onaylamama halidir: Hareketsizlik (uyumu red), muhafazakârlık
(geçmişe dönüş) ve dogmacılık (taassup, sürtüşme,
kavgacılık, uzlaşmama) gibi.
Platon’a göre devlet, bilgi, akıl, erdem, doğruluk gibi
değerler üzerine kurulmalıdır. Anayasa monarşi ve demokrasi (özgürlük ve
bilgelik) karması olmalıdır. Platon’un siyasi diyalogları üç başlık altında
toplanmıştır: Devlet, Devlet Adamı ve Yasalar.
Mülkiyetteki aşırılığın ve eğitimdeki yozlaşmanın yaratacağı yönetime
(Timokrasi) ve aileye ilişkin görüşlerini daha sonra Yasalar’da yumuşatmış,
sitedeki uyumu bozmayacak kadar herkese bir parça toprak ve belli sayıda (5040) insanın yaşayacağı site görüşünü
savunmuştur.
“Sofokrasi ya da İdeokrasi”
(filozof krallık), “Devlet” adlı
eserde Platon’un önerdiği bilgeliğin egemen olduğu yönetim tarzıdır. Platon,
Devlet’te, şehrin iyi bir koruyucusu olacak kişi için “yaratılışı itibariyle filozof, coşkun ruhlu, atik ve kuvvetli
olmalıdır.” demektedir (Kum Saati Yayınları, s. 77)
“Timokrasi” ise
askerlerin diktatoryasıdır (güç, otorite, altın, para ve mülkiyet hırsı).
“Demokratizm”, demokrasiye inanan ve ondan hoşlanan insanların yaşam
felsefesi, zaman ve mekana göre değişen demokrasi tanımlamasıdır. Demokrasi,
çok olanların, haklarını da koruması ve
azınlıkların da kendini geliştirecek ortamları sunmasıdır. Yunanca bir sözcük
olan demokrasi, yurttaş topluluğu anlamına gelen "Demos" ile yönetme anlamına
gelen “Kratos” sözcüklerinin
birleştirmesinden türetilmiştir.
Kratos,
Yunanistan’daki 18 yaşın üzerinde
binlerce yurttaştan oluşan kitlesel bir açık hava toplantısıydı. “İsegoria” ise mecliste herkesin sahip olduğu söz
alma hakkına denirdi. Yunanlılarca demokrasi ile benzer anlamda kullanılmıştır. Meclis toplantıları kurayla seçilmiş 500 kişilik bir
kurula “bule” bölünmüştü. Bu kurulun görev süresi 1 yıldı kurulun
üyeleri ise arka arkaya olmamak üzere en fazla iki kez seçilebiliyordu.
“Demokrasi
çoğunlukların diktatörlüğüdür.”
(Pierre-Joseph
Proudhon)
“Otonomi” kendi
yasalarıyla yönetilme, özerklik. “Nomos”
yasa demektir. Otonom kendi kendini yönetendir yani, özyönetimdir. Halkın kendi
kendini yönetimidir. Özerklik karşıtı olan “Heteronomi” (Yaderklik) ise insanların kendi dışında kurallara
göre davranışta bulunduğu bir düzeni, heteronom da yönetileni ifade
etmektedir.
Otoriteye dayalı devlet biçimleriyle ilgili eleştiri getiren
“Anarşizm” (Yöneticisiz Toplum) ve “Anarko Komünizm” (Komünalizm) de
eşitlik ve özgürlük temelinde otoriter topluma karşı farklı bakış açılarıyla ön
plana çıkmakta.
Anarşizm düşüncesinin başlıca teorisyenleri, Pierre-Joseph Proudhon, Wlliam
Godwin, Mihail Bakunin, Pyotr
Alekseyeviç Kropotkin ve Errico Malatesta
sayılabilir. Bunlardan biri olan Rus
devrimci ve kolektivist anarşizm kuramcısı Bakunin, “Eğer şimdiye kadar çıkarlar asla ve hiçbir yerde karşılıklı uyuşmaya
erişememişse, bu suç, çoğunluğun çıkarlarını ayrıcalıklı bir azınlığın yararına
kurban eden devlete aittir.” demekteydi (Tanrı ve Devlet, Belge Yayınları,
2. Baskı, 2013, 285).
Anarşist felsefenin ilk
temsilcisi, Platon’un “Devlet”ine karşılık, özgür bir topluluk fikrini öne
süren Stoa felsefesinin kurucusu Kıbrıslı Zenon’du. Anarşizmi ilk sistematik
hale getiren İngiliz filozof “William
Godwin”dir.
Kendini "anarşist"
olarak adlandıran ilk kişi ise “Pierre-Joseph
Proudhon”dur. Anarşizmi kendi kendini idare eden fertlerin yönetim şekli
olarak tanımlar.
Proudhon’a göre, iktidarların
birbirine karşıt iki ilkesi vardır: Otorite ve özgürlük. “Federasyon” kendi kendini yöneten,
karşılıklı güvene dayanan anlaşmalar ve kuvvetler ayrılığı prensibine göre
düzenlenmiş evrensel oy hakkı ve eşitlik temelinde birliklerdir. İlk anarşist düşünür olmasına rağmen 4 iktidar
çeşidi sayar, hükümet sistemleri ve siyasal yapıları otoriter ve özgürlükçü
rejimler olmak üzere ikiye ayırır: Otoriter rejimler Krallık-Aristokrasi ve Komünizm
“Panarşi”. Özgürlükçü rejimler
Demokrasi ve Anarşi “Self-Goverment”.
“Federasyon
İlkesi”nde, “Özgürlük fikrinin güçlü
cazibesine rağmen, ne anarşi ne demokrasi, hiçbir yerde fikirlerindeki
çeşitliliği ve bütünlüğü koruyarak örgütlenememişlerdir.” demektedir.
(Öteki Yayınevi, 1. Baskı, 2014, s.31)
Demokratik
iktidarı özgür katılım ve muvafakat ile gerçekleşir görüyor. Sözleşmeden doğan
toplumu, otoriter, ataerkil, monarşik ve komünist devletin karşısında
saflaştırır Proudhon. Anarşi idealinin akıbetini ise ilke, yasallık ve ahlaki
ölçülerine rağmen bunları koruyamayan sonsuz bir arzu “Desiderato” durumuna düşmüşlük, mahkumiyet olarak görür.
“Özgürlükçü Sosyalizm”
yanlısı olan “Murray Bookchin” anarşizmle toplumsal ekolojiyi sentezleyerek “Özgürlükçü Yerel Yönetim” kavramını
ortaya atmıştı. Bookchin, doğanın kültürel evrimini “Organik Toplum” ve “Hıyerarşik
Toplum” olarak ikiye ayırmaktadır. İlki eşitlikçi, sembiyotik insan
topluluklarını da içeren yapı, ikinci tür emir ve itaat sistemini
kurumsallaştıran ekonomik sınıflar ve bürokrasinin yeraldığı yapıdır.
“Noam Chomsky” “Eşitlik olmadan demokrasi olmaz.”
görüşünü savunmakta, “Ellen Meiksins Wood” ise
“Kapitalizmle demokrasi bağdaşmaz.” demektedirler. Günümüzde sanayi toplumunun gelişmesiyle beraber “Yeşil Siyaset” ya da “Politik
Ekoloji” de şiddet karşıtı, katılımcı ve toplumsal adaleti savunan,
çevreci amaçlara değer veren bir görüş olarak
ortaya çıktı. Seksizm ve savaş
karşıtlarını da içine alan bu hareket 1979’da Almanya’da kurulan Yeşiller
Partisi ile Avrupa’da varlığından sözettiriyor…
“Mülkiyet
hırsızlıktır!” der Proudhon, ve “İktidar
kirletir, mutlak iktidar mutlaka kirletir.” der Bakunin de. Anarşistler ve
komünistler için mülkiyet ya da devlet bir özgürlük sorunudur da.
Bakunin, “Sosyalizm
olmaksızın özgürlük ayrıcalık ve haksızlıktır. Özgürlük olmaksızın sosyalizm
kölelik ve şiddettir.” derken,
Bakunin destekçisi İtalyan Anarşist “Carlo
Cafiero” ise “Bir kimse komünist
olmadan anarşist olamaz, çünkü anarşi ve komünizm devrimin iki asıl ilkesidir.”
demişti.
“Demarşi ya da Sınırlı Demokrasi”, otorite ve iktidarların halka karşı yetkilerini sınırsız
kullanamadığı bir demokrasi şeklini ifade etmektedir. Eski Yunan’da “Demarchia” şehir yönetimi anlamına gelmekteydi.
Bazı ayrıcalıklı yönetim biçimleri: Poliarşi, plütokrasi,
meritokrasi, mediokrasi, kritarşi, talassokrasi, stratokrasi, androkrasi,
gerontokrasi ve idiokrasi olarak sayılabilir.
“Poliarşi”, elitlerin egemen
olduğu sanayi toplumlarını ifade eder. “Plütokrasi”,
zenginlerin yönetici kesimi oluşturdukları zengin egemen siyasal yapıdır. “Meritokrasi”, kısaca liyakat düzeni, yönetim gücünün, kişilerin bireysel
üstünlüğüne ve yeteneğine yani liyakata dayandığı yönetim biçimidir. Kişiler görevlere eğitim ve kapasiteleri
temel alınarak atanırlar. “Kritarşi” yargıçların “Talassokrasi” deniz kuvvetinin “Stratokrasi” askerlerin liderlik konumunda olduğu
bir yönetim şeklidir. “Mediokrasi” vasat, ortalama kişilerin yükseldiği yönetimdir. Katı hıyararşik
kıdemci düzendir. “Androkrasi ya da Fallokrasi” erkeklerin egemen oldukları (patriyarkal) toplumsal düzeni ifade eder. “Gerontokrasi” yaş hıyerarşisine dayalı
yönetim biçimi, “İdiokrasi” ise, geri
zekalıların egemen olduğu toplumsal düzendir.
Alman filozof “Christian
Wolff”a göre “Siyaset felsefesi”,
insanı toplu halde ve yerleşik düzene geçmiş bir konumu içinde yaşayan varlık
olarak ele alan felsefe disiplinidir. Çoğunlukçu ve eşitlikçi adalet fikrini
savunan ABD'li filozof “John Rawls”ın
temel eseri “A Theory of
Justice” (Bir Adalet Kuramı) 20.yüzyılın siyaset
felsefesi alanında hazırlanmış en önemli kitap olarak görülmektedir.
Rawls, ABD ve Kanada
mahkemelerinde sıklıkla alıntı yapılan ve ABD ile Birleşik Krallık politikacılarının siyaset
felsefesi alanında en çok atıfta bulunduğu filozoftu. Toplumsal adalet ilkesini
savunan Rawls, “Toplumun refahı, en kötü
durumdaki bireyinin durumundan daha iyi değildir" der ve toplumsal
eşitsizliklerin toplumda dezavantajlı durumdakilerin yararı gözetilerek
çözümlenmesini önerir…
Romalıların otorite kabul ettiği yüksek nitelik ve sahibi
olan kişi, “Primus İnter Pares” (Eşitlerin Birincisi) olarak ifade ediliyordu.
Ortaçağ Fransasında bütün soylular yani derebeyleri (senyör) eşitti.
Kral da bir senyördü ama eşitlerin arasında birinci idi. Vasal ile senyör arasında birinin toprak
kullanma diğerinin asker sağlama hakkı kazandığı “Fief” sözleşmesi yapılıyordu. Böylece feodal düzende vasallar da
soyluluk ünvanı kazanıyordu…
Fransa İhtilali’nden önce
toprakların 2/3’ü kilise (ruhban sınıfı) ve soylulara (asiller) aitti. Basını
kral denetlerdi.16.Louis ‘in yönetiminde Hollanda ve Polonya kaybedilmiş,
imparatorluk zayıflamıştı. Buna karşılık kral ve ailesi lüks ve israf içinde yaşamaktadır.
Fransa Kral ve aristokrasi
yanlısı “Jironden” ve aşırı
cumhuriyetçiler “Jacoben” arasında
keskin mücadelelere sahne oldu. Ancak etkili ama kısa süren devrim her iki
tarafın sonunu da giyotinle noktalamıştı. Birisi de “Georges Jacques Danton”du…
“Halkın tehlikeli tek
düşmanı var o da hükümettir.”
(Georges Jacques Danton)
İlkçağlardan bu yana ideal devlet aristokrasi yanlısıydı (Platon,
Aristo, Cicero). Aristokrasinin özü ise bilgelikti.
Ortaçağın din temelli (teolojik) felsefesi de Aristo’nun
Poetika’sını esas alır ve bir önerme ya doğrudur ya da yanlıştır düşüncesinden
yola çıkarak akıl yoluyla gelen eleştirileri çürütmeye çalışır (düz mantık). Dinsel
kaidelerin tartışılmazlığı desteklenir.
“Deux Glavies” (Çifte
kılıç kuramı ya da iki kılıç kuramı), düşüncesine göre iktidar dünyevi ve
ruhani iktidar olarak ikiye ayrılmaktadır. I.Gelasius, 492-496 yılları arasında
papalık döneminde çifte kılıç kuramını ortaya atarak tinsel (ruhsal) kılıcın
devletten (hükümdardan) daha üstün olmasını savunmuştur. Bu görüşe göre
iktidarın kaynağı da sorgulanamaz şekilde kilise sayılıyordu. Tinsel kılıcın
üstün olmasını savunan İngiliz din adamı “Johannes
Parvus” papalığa boyun eğmeyen kralların tiranlaştığını söylemiştir. Papa
III.İnnocentus ise şöyle diyordu: “Krallar
beden üzerinde iktidar sahibidir, papazlar ise ruh üzerinde. Ruh bedenden ne
kadar değerli ise papalık da krallardan o kadar değerlidir. Hiçbir kral İsa’nın vekiline kendini adayarak
hizmet etmediği sürece doğru bir hükümranlık süremez.”
“Thomas Hobbes”
1651’de yazmış olduğu kitapta Tanrı’ya dayanan iktidar ya da en yüksek iktidarı
Tevrat ve İncil’de de geçen su canavarı Leviathan’a benzetmişti. “Leviathan” bir kralı temsil ediyordu. Devin
bir elinde kılıç, bir elinde de başpiskoposluk sembolü bulunmaktaydı. Kılıç, toplumsal sözleşmeyle ortaya çıkan güvenlik
ihtiyaç ve yararını meşale ise aydınlanma’yı (aydın despot) temsil ediyordu. Seküler
ve maneviyatın egemenlik içindeki birliğini yansıtan her iki tarafın
sembollerini tutan gövdenin yapısı da bir vatandaşlar topluluğu olan “Commonwealt” (Devlet) figürünü sembolize
ediyordu.
Rönesansla beraber seküler (laik) gelişmeler, ulusal monarklar ve reform
hareketi kilise otoritesini derinden sarstı. Bunun yanında 1524’te “Alman Köylüler Savaşı” ve “Thomas Müntzer”in başını çektiği
ayaklanmalar da politik ve dinsel baskıya karşı eşitlikçi toplum arayışının
mücadele sembollerinden oldu. Hazırladığı 12 maddelik bildirgede Müntzer, “Efendilerin el koyduğu topraklar komüne
iade edilmedir.” diyordu. Friedrich Engels’e göre köylülerin diliyle
konuşan bir devrimcidir Müntzer.
Ayaklanmalar tarihinin ilk büyük önderi “Spartaküst”tür. Onun önemi Roma Cumhuriyetine karşı ilk büyük köle
ayaklanması olmasında yatıyor. Trakyalı
Spartaküs Güneş Şehri ütopyasında Thuri’u başkent yaparak bir liman şehrine
çevirir. Amacı “Likurgos” (Lycurgue)
gibi Sparta’daki kanunları uygulayabileceği örnek bir devlet kurmaktı. Spartaküs
kenti 9 kişilik temsilciler meclisi ile yönetiyordu. Güneş Şehri anayasasının
ilk maddesi kölelik ve köle ticaretini yasaklamıştı. Kadın ve erkekler eşitti. Yasaları kil ve gümüş tabaklar üstüne 3 ayrı
dilde (Germen, Trakya ve Yunan) yazdırıp Latince olarak kent meydanına
astırıyordu. Thurium’da altın ve gümüş kullanımını yasaklamıştı. Para yerine
mal değiş tokuşu yapılıyordu. Her grup kendi toprağını kendi işlerken, hayvan
ve ürünler merkezdeki yönetime aktarılıyordu.
Tarihin bilinen ilk büyük
eşitsizlik ayaklanmasına Spartaküs önderlik etmişti ancak Aristonikos’un
ayaklanması Spartaküs’ten önceki en büyük ayaklanmadır. Bergama kralı III.Attalos ölünce Romalılar
Bargama’nın varisi olduklarını öne sürmüşlerdi. “Aristonikos” ve kardeşi buna karşı çıkmışlar, köle ile serflere
özgürlük ve eşitlik vaat etmişlerdi.
“Heliopolis” (Güneş Şehri)
kurulacak burada kardeşlik içinde yaşanacaktı. Düşüncelerinin temeli “Kymeli Blassius”a dayanıyordu. Blassius
stoacı bir düşünürdü ve toprak reformu yapmak isterken öldürülen Tiberius
Gracchus’u desteklemişti. 1.Dünya Savaşı sırasında Almanya’daki Marksistler de
kurdukları siyasi birliğe “Spartakusbund” (Spartaküs hizip) adını
vermişlerdi. Bu birlik daha sonra Alman
Komünist Partisi’ne dönüşmüştü.
“Anaksimander ya da Anaksimandros” (MÖ. 610-546) öğretilerini kaleme almış ilk
filozoftur. Öğretmeni Thales’in suyu doğanın ana maddesi görmesini karşılık “Aperion” (Sonsuzluk) ilkesini ortaya
atmıştır. Evrene farklı gözle bakıp inceleyen ilk kişidir. Ona göre dünya boşlukta sallanan bir
silindirdi.
15 ve 16.Yy’da insanlık, keşifler, bilimsel yenilikler
ve düşünce dünyasında gelişmelere tanık olurken “Giordano Bruno” ve “Galileo Galilei” gibi bilim insanları Hristiyanlık'a
aykırı gelen düşüncelerinden dolayı dinci dogmatizmin tepkisiyle
karşılaştı. Sapkın ilan edilen Bruno yakıldı, Galileo ise ömür boyu hapse
mahkum edilmişti. Galileo, “Kuşku
bilimin babasıdır” diyordu. Yakılan Bruno’dan ortaçağ karanlığına yayılan
ışık ise şu sözlerle parlıyor: “Ne gördüğüm hakikati gizlemekten hoşlanırım, ne de
bunu açıkça ifade etmekten korkarım. Aydınlık ve karanlık arasındaki, bilim ve
cehalet arasındaki savaşa her yerde katıldım. Bundan dolayı her yerde zorlukla
karşılaştım ve cehaletin babaları olan resmi akademisyenlerin yanı sıra kalın
kafalı çoğunluğun öfkesinde hedef olarak yaşadım."
Ta ki “Hümanizm”
(İnsancıllık) temelli aydınlanma düşüncesi gelişene kadar. Hümanizme, dinin ve
ahiretin değil dünyanın ve insanın yetilerine öncelik tanınana kadar.
Bu düşünce özgürlükçülük, akılcılık ve evrenselcilik gibi
temel ilkelere dayalıdır. Aydınlıkçı düşünce, mistisizm ve gizemcilik yerine de
bilim ve şüpheciliği (asıl yaratıcılığın kaynağı) temel almaktaydı. Thales,
Xenophes, Anaksagaros, Perikles, Protagaros, Demokritos, Desiderius Erasmus’un daha sonra
da Thomas More, Rabelais, Montaigne, Shakespeare gibi isimlerin hümanist düşünceye
büyük katkıları oldu.
17.Yy’da din temelli tartışmaların yerini Avrupa’da
ideolojik tartışmalar siyaset ve din ayrışmaları “Büyük Kopuş ya da Great Schism” almıştır. Savaş ve devrim, sosyal
adalet, sınıfsal ayrılıklar ve milli kimlikler…
Kilise sezgi ve tefekkür yoluyla kazandığını iddia ettiği
bilgiyi de (gnostisizm) tekeline almıştır. Sekter dinsel yapı farklı düşünce ve
her türlü şüpheciliği sapkınlıkla suçlar. Buna karşılık iktidar ortaklığı kilise
ve kale sahibi (hükümdarlar) arasında paylaşılmaktaydı. Bu ikisi arasında yüzyıllarca
süren yetki savaşı ve rekabette halkın payına düşen ise sadece kölelik ve
yoksulluktu. Bilgi halk için Ezoterik (içrek) yani dışa kapalıydı. “Johann
Christoph Friedrich von Schiller” Alman hükümdarları arasında en açık fikirli ve sanatsever olarak bilinen
düka “Prens Holstein-Augustenburg” a
yolladığı mektuplardan birisinde (10.mektup) şunları yazmaktadır: “Gerçeğin dışına çıkmaya cesaret edemeyen
asla hakikati elde tutamaz.” (Estetik Üzerine, Kaknüs Yayınları, 1 Baskı,
1999, s.44)
Kilise o zamana kadar yer merkezli (geosentrik) görüşün
doğru olduğunu ileri sürüyordu dünyanın sabit,
gezegenlerin (gökcisimlerinin) ise onun etrafında döndüğünü iddia
ediyorlardı. Bu inanış 17.Yy a kadar sürdü.
“Yine de dönüyor!”
(Galileo
Galilei)
17.Yy'da Galileo
Galilei, günmerkezlilik görüşüne güçlü destek vererek Roma Katolik Kilisesi'ne karşı çıkmıştır. “Nikolas
Kopernik”in savunduğu “Helyosentrik”
(Güneş Merkezli) dünya görüşü ise yerküre ve diğer gezegenlerin güneş
çevresinde, dünyanın kendi ekseninde döndüğünü savunuyordu Rönesans sonrası Avrupa’da
Kopernik’le başlayıp Kepler, Galileo ve Newton’la devam eden bilimsel devrim
17.Yy doruğa ulaştı.
Bunların tartışılmaya başlanması bile Aydınlanma ışığının
parlayışına etken olur. Dinde “Reformasyon”
(Yenilik) dönemine girilir. Çağa damgasını vuran ise heretik düşünceler ve laiklik
kavramıydı. Papalık ya da ruhban karşılığı (antiklerikal) fikirler
filizleniyordu.
Eski yunanca “Laizos”
yani laik, kilise dışı rahiplerden başkası anlamına gelir. Aydınlanmacı devlet
görüşünün temeli “John Locke” ile “Jean Jacques Rousseau”nun liberal ve
toplumsal sözleşmedeki görüşlerinden oluşur. Buna göre, akıl özgür olmalıdır, toplumsal
yaşama öncelik verilmelidir, devlet organik kutsal varlık olarak kabul
edilemez, devlet esası birey haklarını korumalıdır…
Rousseau, “Bir halk boyunduruktan erken
kurtulduğu sürece iyiyi yapmış olur. Toplumsal düzen uzlaşma üstüne
kurulmuştur. Özgürlükten
vazgeçmek, insan olma özelliğinden, insan haklarından, dahası ödevlerinden vazgeçmektir. Bir çoğunluğu boyunduruk
altına almakla, bir toplumu gözetmek arasında her zaman büyük fark vardır. Sayıları
ne olursa olsun, dağınık halde yaşayan insanlar, art arda bir kişinin sultası
altına girdiler mi, bence artık ortada bir halk ve onun lideri değil, bir
efendi ve köleleri vardır var demektir; belki bir kütleden sözedilebilir ancak,
bir toplumdan değil; ortada ne kamu yararı, ne de siyasal bir yapı vardır
çünkü.” demektedir. (Toplum Sözleşmesi, Oda yayınları, 2008, 1.
Basım, s. 8-13-16)
Hukuku, toplumsal düzen güvenlik eşitlik ve özgürlük
sağlayıcı kuralların tümü diye tanımlamıştık. Tabii (doğal) hukuku da çağın
gereklerine uygun dünyanın her yerinde olması gereken hukuk diye…
Doğal hukuk, insanın
doğuştan sahip olduğu hakları kapsar, insanın devredilemez bırakılamaz dokunulmaz
olan 3 temel hakkı ise yaşama, hürriyet ve mülkiyet hakkıdır.
Jean- Jacques Rousseau, Thomas
Hobbes, ve John Locke doğal hukuku savunuyordu. “Homo Homini Lupus” (İnsan İnsanın Kurdudur)” sözünü öne çıkartan Thomas
Hobbes, doğuştan bencil olan insanın şiddete eğilimli ve kendi çıkarını düşünen
varlık olduğunu ileri sürmekteydi.
“Antonio Gramsci”ye göre halk kendiliğinden ortak çıkarlar etrafında toplanmış bir bütün
değildir. Siyasetin görevi farklı çıkarları uyumlu hale getirmekti (ya da
uyumlu olduğu yolunda algı yaratır) (Siyaset ve Medya, s. 44).
“Maduniyet”,
post kolonyal yazında ezilen sessizlerin fikirlerini öne çıkaran eleştiri okulu
olarak tanımlanıyor. “Subaltern” ise
İngilizcede azınlık (ekalliyet) ve iktidar hegemonyasından dışlanmış kesimi
ifade eder.
“Edwart Said”ten
etkilenen “Antonio Gramsci”ye göre madun, seçkinlerce dile
getirilmeyen, kamusal alanda söz hakkı olmayan kesim olarak tanımlanıyor. “Madun” yani dışlanan ya da egemen
sisteme göre öteki sosyal, ekonomik ve kültürel açıdan ele alıp sosyal
bilimlere kazandırmıştır.
“Pasif Devrim”
Gramsci’nin kullandığı İtalyan ulus-devlet inşaasının ilerici bir parti yerine
ılımlı bir partinin zaferiyle gerçekleştirilmesini ifade etmekte. Halkın
demokratik talep ve beklentilerini kısmen gerçekleştirerek, liberal ve yeni
muhafazakâr hegemonyayı sağlamlaştırmaktadır.
“Popülist demokrasi” siyasal popülizm ya da gerici popülizm, reform ve referandumla siyasal
katılımcılığın savunulmasıdır. İdeolojik olmayan çoğunluğu ve kitleyi
hedefleyici söylemler içermektedir. “Popülizm”
devlet ve organlarının halkın yararı ve toplumsal gelişme için kullanılmasını
ifade eder.
Popülist diktatörlük için
örnek Arjantin ve “Peronizm”
verilebilir. 1946’da başkan olan “Juan
Domingo Peron” düşük gelirli işçiler için çalışırken eşi de kadın hakları
için çalışıyordu. Oy hakkının getirilmesi, işçi sendikalarının
örgütlenmesi, fakir halka para, gıda ve
ilaç yardımları ve çocuklar için kampanyalar yürütülmüş, “Eva Peron” da adeta putlaştırılmıştı…
“Anayasa” egemenlik
hakkı ve yetkisinin devlete verildiğini belgeleyen toplumsal bir sözleşmedir,
Devletin yönetim şeklini ifade eder. Etkin bir denetim sisteminin (yönetsel yargı) hukuk devletinin temel
şartı olduğunu ifade eden Alman hukukçu “Rudolf von Geneist” olmuştu.
Anayasa değişikliği aklıma askeri darbelerle ünlü L.Amerika
hakkında yazılan kitapta geçen bir terimi getiriyor.
İtalyan romancı “Giuseppe
Tomaci Di Lamodeusa”nın “Il
Gattopardo” romanına atıfta kullanılan bir sözcük, “Gatopardist” Hiçbir şeyin değişmemesi için her şeyi değiştirme.
Kitabın çevirmeni Aylin Topal aktarıyordu. (Latin Amerika’yı Anlamak, Yordam
Kitap, 2007, s. 100) “Jorge Sanmartino”nun “Arjantin Kriz Sonrası
İktisadi Dönüşümler ve Siyasi
Dinamikler” başlıklı yazısında geçiyordu ve yazar 2001 krizinden sonraki ekonomik ve sosyal
gelişmelerin sosyalist hareketler ve sendikalar üzerindeki etkilerini açıklıyordu.
Peronistler darbeyle devrilmelerine rağmen 1973’te
milliyetçi politikalarıyla yeniden iktidara gelmişlerdi. Peronizm 1946-55 ile 1973-74 yılları arasında devlet başkanlığı yapan Juan Peron’un uyguladığı popülist milliyetçi
politikalardı. Peronist parti programı köklü değişiklikler yerine sınıfsal
hareketler ve kitle eylemlerine karşı sadece tazminat düzenlemeleri, asgari
ücret zamları, karma ekonomi, yoksullara
yardım, özel emeklilik sistemi gibi bir takım ılımlı değişiklikleri içeriyordu.
Merkez sol hükümetle 2003’te yeniden iktidara gelen “Néstor Kirchner” Juan Peron gibi
toplumsal ve militan hareketlerin öfkesini bastırmak ve işsizliği hafifletmek
için ılımlı önlemler hayata geçirir. Amaç,
toplumsal tepkiyi kontrol altına almak ve kurumsal sistemi yeniden inşa
etmektir. Ancak üst sınıflar lehine işleyen seçim mekanizması siyasi partiler
sisteminin zaman içinde parçalanmasına yol açıyordu. Sosyalist sol ise bu yeni kalkınmacı temelde
merkeze itilmiş, sendikalar kontrol altına alınmıştır.
John Locke,
aydınlanma ve akıl çağının kurucusu sayılmaktadır. Locke mutlak
özgürlüğe karşıydı yani bir insanın özgürlüğü başkasının özgürlüğüne zarar
vermesi halinde hükümsüzdü. Gelenek ve otoriteye karşı çıkılmasını savunan liberallerin
öncüsü Locke’e göre, toplum için sınırları çizilmiş bir özgürlük
savunulabilirdi.
Thomas Hobbes’e göre insan doğal haklarını, Locke’e göre
yargı ve ceza haklarını bir otoriteye bırakıyordu.
Eski Yunan’da özgür vatandaşlar politikaya zaman
ayırabilirlerdi. Mitlerden sıyrılıp doğal olayları açıklayan akla dayalı
düşünce böyle serpildi. “Büyük İskender”
Atina sitesini tanımlarken şöyle demişti: “Atina
ne bir devlet, ne bir şehirdir. Atina her ikisinin de üstünde bir fikirdir.”
Schiller “Aydın insan
tabiatı kendisine dost kılar ve ancak zorbalığını düzenlemekle hürriyetine
saygı gösterir. Karakter bütünlüğünü, zorgulu (baskıcı) bir devleti, hür bir
devletle değiştirebilecek güçlü ve yararlı olması gereken bir halkta
aramalıdır.” diyordu. (Estetik Üzerine, Kaknüs Yayınları, 1 Baskı, 1999,s.
22) Schiller’den etkilenen “Herber Marcuse” ise, “Biricik ilgili soru acaba insan gereksinimlerinin
artık baskının ortadan kaldırabileceği bir yolda ve düzeyde yerine getirileceği
bir uygarlık durumu usa uygun bir biçimde tasarlanabilir mi sorusudur.” diye
sormadan edemiyordu. (Eros ve Uygarlık Freud Üzerine Felsefi Bir İnceleme, İdea
yayınevi, 1998, 3. Baskı, s.117)
“Demokrasi despotizmin en ileri şeklidir.” Aristo
Aristo, devletin amacını
birliği sağlamak olarak görür. Eğitim ve ortak örf ile adetler birliğin
temelidir. Platon akla ağırlık verirken,
Aristo yasa ile geleneklere verir. Site her şeyden önce gelir. Aristo’ya göre bir tiran uyruklarının
güveni, gücü ve kafası olmamasını isteyen kişiydi ve “Tiranlık, devlet dediğimiz siyasal birlik üstünde despotça yürütülen
monarşi biçimidir.” diyordu (Politika, Remzi Kitabevi, 18.baskı, 2016,
s.99).
Aristo “Politeia”
(Politika) adlı eserde 3 yönetim biçimi sayıyordu: Monarşi (ama tiranlık
olmamalı), Aristokrasi (ama grubun elinde olmamalı) ve Demokrasi (ama cahil
kişilerin egemenliğinde olmamalı). Platon’a ve tilmizi Aristo’ya göre de tiran, aldığı kararlarda hukuk dışı davranan ve
şiddete başvuran kişi olarak tanımlanmaktadır. Oysa halkın başbakanı “Prostates” (Halkın Koruyucusu) idi
Aristo’ya göre...
Aristo’nun amacı iyiye ve mutluluğa “Endomania”ya ulaşmaktı Erdemli yasaları savunuyordu. Mutluluk
erdem olmadan varolamazdı. En iyi olan mutluluk da iyi niteliklerin uygulanması
ve en geniş ölçüde gerçekleştirilmesi demekti.
Mutluluğun ise 3 koşulun birlikteliğine bağlı olduğunu savunuyordu: Haz
ve keyifli hayat, özgür ve sorumluluk sahibi yurttaş ile araştırıcı ve
filozofça yaşam.
Aristo’ya göre “Herkesin
mutlu olarak yaşayabileceği biçimde düzenlenmiş anayasa en iyi anayasadır.”
(Politika, Remzi Kitabevi, 18.baskı, 2016, s. 212)
Çağdaşı “Kıbrıslı
Zenon” mutluluğu amaçlayan bir okul kurmuştu. Epiktotes, Kleanthes,
Chrysipsos, Seneca, M.Aerelius, Poseidonius bu ekolün temsilcisi oldular.
Orta sınıfçı olan Aristo, Politika adlı eserinde her şeyin
aşırısına karşı olup “Polisi” dediği
ılımlı yönetim biçiminin yozlaşmasıyla ya çoğunluğun (demokrasi) ya da
azınlığın diktasının (oligarşi) ortaya çıkacağını ifade etmişti. Polisi ya da
Polis, orta sınıfların oligarşi ile demokrasi karmasının yönetimi idi ve aşırı
zengin ya da fakirlik gibi aşırılıkların site uyumunu bozacağını düşünüyordu.
Sosyolog “Emre Kongar”
tarihsel gelişim sürecine göre totaliter yapıyı İrtica (Gericilik) kategorisine koymaktadır. “Totalitarizm” günümüzde demokrasiye göre karşı devrimci sürec
olarak tanımlanır (Neonaziler, Taliban, Ku Klux Klan vb.).
Totalitarizm, tüm yetkilerin merkezde toplandığı devlete
mutlak itaat bekleyen diktatörlük biçimi. “Totus”
Latince bütün demektir. “Totalitario”
(Tekçilik) Benito Mussolini’nin icadıdır.. Totalitario sözcüğünü kullanan
Mussolini’dir: “Devlet içinde herkes,
devlet dışındaki hiçbir kimse, devlete karşı olan hiçbir kimse.”
“Cesur Yeni Dünya”nın
önsözünde, “Totaliter devlet, siyasi
patronların ve onların yönetici ordularının tüm güçleri kendisinde toplayan
hükümetinin, kölelerden oluşan nüfusu köleler köleliklerini sevdikleri için zor
kullanmaksızın kontrol ettikleri devlettir.” der
“Devlet” devamlı
ve üstün bir otoriteye sahip bütün olarak tanımlanmaktadır. Üç unsurdan oluşan
bir bütündür: Halk, ülke ve yönetim ile düzen yani egemenlik.
Mutlak monarşi hükümdarlıktır, cumhuriyet halk yönetimidir, meşrutiyet
hükümdarla meclis…
“Kötü yasalar zulmün en berbat şeklidir.”
(Edmund Burke)
“Faşizm”, kısaca “Sermayenin Diktatoryası” olarak
tanımlanmaktadır. Mussolini, "Faşist devlet korporatiftir." demişti. Avusturyalı iktisatçı “Joseph Alois Schumpeter”
sanayii gelişimini sağlayan gücün sermaye olduğunu ifade ederken
kapitalizmin korporatist sosyalizme dönüşeceğini ileri sürüyordu.
“Fascism Anyone”
(Herhangi Faşizm) adlı makalesinde “Lawrence
Britt” başta “Adolf Hitler” ve
Mussolini’nin uygulamalarını inceleyerek vardığı tespitlerle faşizme ilişkin 14
karakteristik özellik belirlemişti. Bunlar şu şekilde ifade edilebilir: Dinle
devleti iç içe geçirmek, kitle haberleşmeyi sıkı kontrol altına almak, adam
kayırmacılık, rüşvetçilik, emeğe baskı, cinsiyetçilik, militaristlik ve sürekli
milliyetçilik vurgusu, aydın ve sanatçıların dışlanması, polarizasyon (kutuplama)
ve antagonizma (düşmanlar yaratma) siyaseti, insan haklarını çiğnemek ve hileli seçimler.
“Korporatizm”,
bizcilik, birlikçilik, birliktecilik demektir. Belli bir topluluğu içine alıp
diğerlerini dışlamaktadır. Faşist Mussolini devleti bireyin üzerinde görüyor, ulusu
da devlette cisimleştiriyordu. Birey yerine ulus-devlet varsayıyordu. 1945’te "Faşizm,
şirketçilik (corporatism)
diye adlandırılmalıdır. Çünkü şirket ve devlet gücünü birleştirir." demiştir.
Naziler ise “Gamalı
Haç”ı (Svastika) sembol yapmışlardır. Svastika, Yunan gama harfine atfen
verilmiş tarih öncesi dönemden bir simgedir. Sankritçe su (iyi) ve asti (olmak)
sözcüklerinden mutlu ve sağlıklı olmak anlamına gelir. Hinduizm, Budizm ve Jainizm’e
göre kutsaldır.
“Henri Michel”
“Faşizmler” adlı kitapta, Nazilere aristokrasiden, üniversitelerden vs.
seçkinlerin de büyük oranda katıldığını belirtiyor ve şunları yazıyor: “Nasyonal sosyalist parti üyelerinin büyük
bir bölümü orta sınıflardan gelmekteydi ancak toplam üye sayısının üçte birini
işçiler oluşturmaktadır. Parti kırsal
bölgelerden çok kentlerde güçlü bir biçimde tutunmakta ve özellikle Katolik
bölgelerde köylüler, en az düzeyde temsil edilmektedir. Her türden kadrolu memur sayısı yüksek tümü
de fanatik Nazilerdi. Yani parti Alman toplumunun tümünü temsil etmekteydi.”
(İletişim Yayınları,1. Baskı, s. 51)
Hitler faşizmi demokratik yollarla örülmüştü. Askeri yol
deneyen monarşistlerin “Kapp Darbesi”
başarısız olmuştur. Ancak yine de
militarist hareketlerin yolu açmıştır. Hitler’in hukuk danışmanı ve Anayasa
Mahkemesi Başkanı olan “Carl Schmitt” “Parlamenter
Demokrasi Sorunsalı” adlı bir kitap yazmış ve anayasal çoğunluğun
diktatörlüğünü savunmuştur. Sonra Schmitt’e faşist bir anayasa yazdırılmıştır. Propaganda
bakanı “Joseph Gobels” ise Almanya’daki
tüm haber kaynaklarını kontrol altına aldırır, kitapları da yaktırır. Yahudi ve
komünistlerin öldürülmesi talimatını veren “Reinhard
Heydrich” Gestapo’nun bağlı olduğu “Reich Güvenlik Başdairesi”nin (RHSA) başına
geçer. “Herman Göring” “Gestapo”yu
(Alman Gizli Servisi) kurmuş, Gestapo da sivilleri kışkırtmakla görevlendirilmiştir.
Yahudi katliamlarından sorumlu “Adolf
Eichmann” ise “Nihai Çözüm” (Gaz
odalarındaki toplu kıyım) denilen toplama kampları ve “Seyyar Ölüm Birlikleri”ni (Einsatzgruppen) planlayan kişidir.
Hitler ordusunun temelini oluşturan 1. Dünya Savaşında yenik
düşen Alman ordusu mensuplarıyla Almanya’daki işsiz, lumpen ve devşirmelerden
oluşan “Hür Kıtalar”dır (Freikorps).
“Heinrich Himmler”in görevi Nazi SS lideri olarak toplama kampları açmak ve Nazi
karşıtlarını yok etmekti. “Holokost”la (Yahudi soykırımı) 10 milyondan fazla insanın
ölümüne sebep olmuştu. Hitler’in savunma bakanı ise gerçek bir kasaptır, “Gustav Noske”...
Hitler’in faşizm uygulaması Antika Roma gibi Avrupa proto
faşizmin bir örneğidir. Yeni bir reichin hayalini kuran Hitler bu düşünceye “Üçüncü Reich” (Büyük Alman
İmparatorluğu) demiş ve Almanlara şöyle seslenmişti: “Bin yıllık bir refah istiyorum.”
Almanların reich dedikleri tarihteki 3 dönem zenginlik, refah ve krallık dönemlerini ifade etmektedir.
İlki I.Otto’nun başındaki “Kutsal Roma Germen İmparatorluğu”,
ikincisi ise Bismark’ın başındaki “Alman
İmparatorluğu”.
1933’teki seçimlerde de “Bana
bir 10 yıl verin Almanya’yı tanınmaz hale getireyim” diyen Hitler 2.Dünya
Savaşı'nda 65 milyon insanın ölümünden sorumludur ve bunların yüzde 67’si
sivildir.
1940’ta İspanya,
İtalya ve Almanya çelik paktı oluşturdular. Amaç Hitler’in Avrupa’daki hakimiyetini
kolaylaştırmaktı. Hitler ve
Mussolini’nin de desteklediği “Francisco
Franco”, 1975’e kadar 36 yıl İspanya’yı diktatörlükle yönetmişti. Ordusunu “Falanks” (Falanjist) denen askeri
birliklerden oluşturmuştur. Onu diğer faşist liderlerden ayıransa 2.Dünya Savaşı’ndan ve
anti-semitizmden uzak duruşuydu. Franco da ideolojik olarak laiklik
uygulamalarına karşı çıkan tutucu, gelenekçi ve köktenci bir diktatördü. Hemen
yanı başındaki Portekiz’de de “António
de Oliveira Salazar” “Yeni Devlet” (Estado Novo) adıyla sağcı otoriter bir rejim kurmuştur…
Ortaçağın sonlarına doğru ortaya çıkmaya başlayan ve 18.Yy’da
değerli maden ve servet birikimine dayalı bir ekonomik model baş tacı ediliyordu:
“Merkantilizm ya da İktisadi Milliyetçilik”.
Devletin kaynağını zenginlik ve tüccar çıkarı görüyor, ekonominin
(kapitalizmin) sermaye birikimine dayalı toplum ve kültür içine yerleşmişliğiyle
(embeddedness) daha sonra neo liberal sistemin dayanaklarını da oluşturur.
“Zaman Mekan Sıkışması”
(Time-Space Compression) terimini kazandıran İngiliz sosyal kuramcı “David Harvey”dir. Harvey, iletişim ve
küreselleşmenin ekonomik açıdan zaman ve mekan farkını ortadan kaldırdığını vurgularken kapitalizmin coğrafyasının genişlemesiyle hız
ve dolaşım boyutunun artmasının sermaye birikimini de kolaylaştırdığını ifade
etmektedir.
Harvey, neoliberalizmin
servetin üst sınıflarda toplanmasına yardım ettiğini savunmaktadır. “Yapıcı Yıkım” (Creative Destruction) adını verdiği kavramla
sosyal adaletsizlik, bölünme ve farklılaşmaya yol açıldığını, “Fordist” dönemin “Esnek Birikim” olduğunu belirtmektedir.
Harvey, neoliberalizmin liberal ve serbestlik
(permissivenes) anlayışıyla gelişip yayıldığını, 1970’lerden sonraysa
neoliberalizmin yeni muhafazakârlığa (neo conservatizm) dönüştüğünü savunmaktadır.
Lenin, 1916’da kapitalizmin
yeni piyasa (kaynak) bulmak amacıyla emperyalizme dönüştüğünü ifade eder
(Emperyalizm: Kapitalizmin En Yüksek Aşaması). “Yeni Emperyalizm” (Kolektif Emperyalizm) ise para (finans) ve mali
araçlar kullanılarak yapılan sömürüdür.
“Demirtaş Ceyhun” da, “Haçlı Emperyalizm” kitabında
“Emperyalist Kapitalizm”i (Yarı Sömürgeleştirme),
ABD ve Batı’nın Türkiye’de çıkarına uygun bir yönetim kurmak amaçlı, toplumun
gelişimine aykırı formlar verip mezhep ayrılıklarını ve kavgasını körüklemek, kültürel
ve sosyal yapıyı yozlaştırmak ve yabancılaştırmak şeklinde tarif ediyordu (Broy
Yayınevi, 2009, s. 58).
“Yeni Amerikan Projesi” (PNAC), Washington merkezli Amerikan çıkarlarına göre
uluslar arası pazar oluşturmayı amaçlayan, ABD’nin liderlik ve müdahalecilik
politikasını yürüten (1997-2006) bir düşünce kuruluşudur.
“Yeni Dünya Düzeni” ise küreselleşmeye tapıncın ikonlarından biri (Yalçın Yusufoğlu, Küreselleşme
ve Emperyalizm, Belge Yayınları)
ABD, Yeni Yüzyıl Projesi
(PNAC) ve BOP planıyla Ortadoğu’yu yeniden şekillendirmek iddiasında. “Devlet İnşası” (2008) adlı kitapta “Francis Fukuyama” ABD’ye düşen rolü küçük
devletlerin yapılandırılması ve güçlendirilmesi olarak görüyordu. Devletin bileşenleri, sosyal ve kültürel
değerlerin küresel çıkarlara uygun
dönüşümü, bürokrasi, kurumsal planlama, siyasal ve sosyal normlar olarak
sayılmaktadır.
Bu programın mimarları Samuel
Huntington, Graham Fuller ve Zbigniew Brezinski gibi isimler dini uygulamalarının belirleyici bir özelliği olarak görürler ve muhafazakârlığı
ABD politikalarının bir parçası olarak kullanmışlardır. Bu aşamada “Judeochretienisme” (Yahudi Hristiyanlığı)
kavramı da din esaslı politikalarının temelini oluşturdu. Müslümanlığı dışlayan
bu kavramla ABD’nin son yıllarda Ortadoğu’da yürüttüğü yeni muhafazakârlığa
dayalı siyasi-askeri programı da çakışmaktadır.
“Tanrı Krallığı” Papa XVI. Benedictus’un BM’de yaptığı
konuşmada ABD’nin kontrol altına almaya çalıştığı ve musevilerle hristiyanların
egemenliğinin aynı olduğunu savunarak olumladığı Ortadoğu’yu yansıtır. 16 Nisan
2008’de ABD’ye yaptığı ziyarette “George W. Bush”u siyasetçi
değil inanç adamı olarak gördüğünü ifade etmiştir. 20 Eylül 2002’de “ABD Milli Güvenlik Stratejisi”
başlıklı resmi belgede geçen “Önleyici
Vuruş” (Pre-emptive Strike) doktrininin ana hatlarını “West
Point” (ABD Kara Harp Okulu) mezuniyet töreninde yaptığı konuşmada ortaya
koyan Bush, “Güvenliğimizi tehdit eden
bir rejimi devirmek evrensel hakkımızdır. düşmanımızdan önce savaşı düşmanı
düşmana götürmeliyiz, planlar dağıtılmalı, tehdit yok edilmelidir.” demişti…
“Neo Conservatizm”in (Neo-conculuk) düşünsel temelleri Hitler’in başhukukçusu (kronjurist) Carl
Schmitt’in tilmizi ortodoks yahudi görüşleri modernize eden “Leo Strauss” tarafından atılmıştı.
Siyaset felsefesinde “Yeni Muhafazakârlık” ya da “Yeni Sağ” (New Right) da denilen bu
yaklaşım, “Milton Friedman” ve “Friedrich August von Hayek”in serbest
piyasaya uyguladığı (liberal muhafazakâr) felsefik görüştür. “Friedmancılık”, süper kapitalizm ve
sıkı para politikası yanlısı uygulamaları ifade eder ve 80 sonrası Reagan ile
Teacher liderliğinde dünyaya empoze edilmiştir. Türkiye’de ise Turgut Özal’la
dayatılmıştır.
1928’de kurulduğu ileri
sürülen “Opus Dei” adlı gizli
yapılanma papayı hristiyanlığın kutsal önderi olarak gören Vatikan’a destek
veren varlıklı ve elit kadrolar oluşturmayı amaçlayan aşırı sağcı bir tarikat
olarak değerlendirilmekteydi.
Olasılık kitabıyla ünlü yazar
“Adam Fawer” BTAL’dan “Bilim ve Teknoloji Laboratuvarı”ndan
(BTAL) sözediyor. 6 ana istihbarat ajansına (CİA, FBI, POD, FDA, NASA, NIH)
çalıntı bilgi sağlayan bu kuruluşun temelinin de Truman’ın “Ulusal Güvenlik Ajansı”nı (UGA)
kurmasıyla 1952’de atıldığını açıklıyordu. Bu kuruluş güvenlikle ilgili
konuşmaları dinliyor, istihbarat birimlerine aktarıyordu. 130 ülkedeki bilim
insanlarını dinleyerek günde 250 milyon görüşmeyi inceleyebiliyordu
(Olasılıksız, April Yayıncılık, 52. baskı, s.37).
“Ulusal Güvenlik Teşkilatı” (NSA) yabancı ülkelerin telefon, e mail vs. takip
ederek bilgi toplayan hatta Sovyetlerin dağılmasında etkin rol oynayan bir
kuruluş olarak değerlendirilmekteydi.
ABD gibi emperyal ülkeler
aynı zamanda “Gönüllü Casusluk” (Walk-in Spy) gibi farklı
yöntemlerle de etkili
olmaktaydı tabi…
Popüler kültür ve kapitalist meta kültürünün insan
psikolojisini bozup aşındırarak yabancılaştırdığını savunur Alman düşünür ve toplumbilimci “Max Horkheimer”.
“Kültürleme”
toplumsal uyumu için bireye geleneksel değerlerin empoze edilmesidir. Emperyalizmin
de amacıdır. Günümüz ekonomik pratiği protofaşizmin saldırgan ve açık işgalcilik
stratejisi gibi olmasa da değişik yöntemlerle sömürüye devam ediyor.
Hitler’in saldırgan devlet
politikası olarak ileri sürdüğü “Lebensraum” (Yaşam Alanı) politikasının yerini
benzer biçimde çok uluslu işletmelerce yürütülen “Land Grabbing” (Arazi Kapatma) politikası da almış bulunuyor…
Ve Şirketokrasi…
Şirketokrasi ne demektir?
Kısaca şirketler tarafından kontrol edilen ekonomik ve politik sistem.
Günümüzde ABD’de hasıl olan model “Şirketokrasi”
olarak adlandırılır.
“Jeffrey Sachs”a göre ABD’de hakim olan sistemin adıdır şirketokrasi. Oluşumunda 4
neden var:
Ulusal partiler zayıf kişisel
temsil güçlüdür,
ABD ordusunun etkisi
büyüktür,
Şirketlerin seçim
kampanyalarına etkisi fazladır
Ve küreselleşmeyle işçilerden
soyutlaşan dengesizlik.
“C.Wright Mills”e göre bu sistemde denge güçlü elitlerden yana.
Ülkenin geleceğini bankalar ve şirket sahipleri belirlemektedir. Doğanın ve
insanın sömürüsünün nedeni bu dengesizlik…
“Bir kandırma ve
yanılgının etkisi altında olmasalar insanlar asla özgürlüklerinden vazgeçmezler.”
(Edmund Burke)
“Lord Brougham” “Eğitim bir insanın diktatör olmasına
değil, önder olmasına yarar.” diyordu. Saraysız Başkan olarak da anılan
Uruguay Eski Devlet Başkanı Jose Mujica,
eski bir gerilla lideriydi ve maaşının çoğunu dünyanın en fakir başkanı
olarak yardım kuruluşlarına bağışlıyordu. Mujika örneği, Latin Amerika’da da sosyal
sınıfların mücadelesiyle isabetli liderler çıkarılabileceğinin iyi bir kanıtı.
ABD Başkanlık Sistemi de
dahil bugün çoğunluk sistemine dayalı siyasal sistemler ve seçimler, kazanan
partilerin hükümet adına çalışması için eş, dost ve seçmenine görev taksimine
(spoil system) açık…
Partikülerleşme, nepotizm ve kliyentalizm…
Bunlar bu sistemlerin yarattığı sorunlar…
“Partikülerizm” (Tikelcilik
ya da Yörecilik), salt aile ve yakın
çevreye güvenç, bir toplumsal çözülme ve bölünme belirtisidir. “Nepotizm” (Akrabadan Gelen Torpil)
patronaj ilişkilerinin aracı olarak devlet olanaklarından yararlanmada adaletsizliğin
önemli etkenlerinden birisidir.
Ve “Kliyentalizm”
de (Kollamacılık) genelde cumhuriyet ve demokrasi dışı yönetim biçimlerinde
otoriteyi ya da yönetimi ele geçirmeyi planlayıcı himaye sistemidir. Seçmene
seçilebilmek için ayrıcalıklı destek ve hizmet sunmak fakir ülkelerde sıkça
görülen bir durumdur.
Mikro faşizm…
“Mikro Faşizm”
ya da Mahalle Baskısı, dışlama, zorlama, yaptırım amaçlı toplum içinde
kendinden farklı kesimlere uygulanan baskı biçimlerini ifade ederler. Küçük
ölçekli ırkçılık, yerel milliyetçilik, ayrımcılık gibi sonuçlar doğururlar. (Mahalle
baskısı 1981 de şerif Mardin in bir makalesinde kullanılmış ilk kez. Tanıl bora ise Birikim Dergisi’nde sıradan
faşizm kavramı yerine kullanarak günlük ilişkilerde kendini dışa vuran baskı
şeklinin en tehlikelisi olduğunu belirtmişti.)
“Coşkun Can Aktan”
demokrasi'nin başarısızlığının ya da imkânsızlığının sebeplerini "Eksik Enformasyon" ve "Siyasal İlgisizlik" olarak
görüyordu. (Demokrasi Poliarşi ve Demarşi, Çizgi Yayınları, 2000)
Aydınlanma Çağı’nın önemli isimlerinden İtalyan hukukçu ve
filozof “Cesare Beccaria, "Her zaman sıradan ve bayağı bir adam
olan yüzsüz, yalancı, bilgisiz biri; halk içinde tapınılacak konuma gelebilir.
Ancak, aynı kimse aydınlatılmış bilgili bir halk tarafından sadece bir
aşağılanma konusudur." der.
Halkın seçtiği temsilcilerin güç ve yetkilerini sınırsızca
kullanmalarını sağlayan üzerinde önemle durduğu siyasal bilgisizlik, miyopluk,
unutkanlık (amnesia) gibi
gerekçeler yanında liderlik ve elitizme yol açan çoğunlukçu siyasal sistem ve
toplumsal yasalardaki eksiklerdir. 1961 anayasasına da giren sosyal barış,
sosyal adalet gibi ekonomik ve sosyal yaşama ilişkin sosyal devlete özgü
birtakım kavramlar ancak sosyal sınıfların mücadelesiyle gelişebilmiştir.
“Konformizm” bir
kimsenin sorgulamasına engel olan etkene uyması marx’a göre sebebi siyasal
haklardan yoksunluktur. Zıttı ise, Kollektivizm’dir.
“Kollektivizm”
ise toplumsal kararlara etkin katılım, toplumsal çıkarlara uygunluk ifade eder.
Lenin, “İnsanlar, her zaman, siyasetteki aldatmaların ve aldanmaların aptal
kurbanları olmuşlardır ve bütün ahlâksal, dinsel, siyasal ve toplumsal sözler,
bildiriler ve vaatler arkasındaki şu ya da bu sınıfın çıkarlarını aramayı
öğrenmedikleri sürece de, böyle kalacaklardır. Reform ve ilerleme şampiyonları,
ne kadar barbarca ve çürümüş görünürse görünsün, her eski kuruluşun, belirli
egemen sınıfların zorlamasıyla ayakta durduğunu görmedikçe, her zaman eski
düzenin savunucularının oyununa geleceklerdir. Ve bu sınıfların direnişini
kırmanın ancak bir tek yolu vardır; bu da, çevremizdeki toplumun içinde, eskiyi
silip atabilecek ve yeniyi yaratabilecek kuvveti oluşturabilen -ve toplumsal
durumları yüzünden oluşturmak zorunda olan- güçleri bulmak ve bu güçleri
savaşım için bilinçlendirmek ve örgütlemektir.” demektedir.
Osmanlı döneminde de halk isteklerinin en büyük bölümü
baskıcı devlet işlem ve eylemlerinden yakınma olarak ortaya çıkarken Cumhuriyet
ve çok partili siyasal düzen siyasal hak ve ödevlerin kullanılması gereğini
ortaya çıkarmıştı.
Halkın
temsilcisi karşısında çıkarını ve kendisini koruyacak bir duruma gelmesini
sağlamak ancak yönetilenleri gerekli bilgilerle donatarak Yönetilenle arasındaki
eşitsizliği ortadan kaldıracak seçileni seçene karşı savunma olanağı veren ve kimi üstünlükler sağlayan içreklik
kabuğunun ortadan kaldırılmasıyla mümkün
Tamer Uysal