2008 yılı baharıydı. Türkiye Diyanet Vakfı’nda müfettiş olarak çalışıyordum. Fatih Altaylı’nın hazırlayıp sunmuş olduğu “TEKE TEK” isimli programındaki bir konuşmasından dolayı Prof. Dr. M. Saim Yeprem’e e-posta olarak bazı sorular yöneltmiştim. Hoca, o tarihlerde TDV Yayın Kurulu Başkanı ve DİB Din İşleri Yüksek Kurulu (E) Üyesi olduğu ve özellikle ikinci sıfatı ile sık sık televizyonlarda çıkıp DİB adına açıklamalar yapabildiği için beni ciddiye almasını sağlamak düşüncesiyle TDV Müfettişi sıfatımı özellikle kullanmıştım. Ancak hoca sekreteri vasıtasıyla haber göndererek sormuş olduğum sorulara yazılı cevap veremeyeceğini, eğer istersem sözlü olarak bazı açıklamalar yapabileceğini söyleyince 15 Mayıs 2008 günü kalktım hocanın yanına gittim. İlk o zaman görmüştüm masasında duran ve üzerinde “Konrad Adenauer Stiftung e.v.” yazan kartviziti.
Bu tarihten yaklaşık bir yıl sonra 2 Mart 2009 günü yine bir vesile ile ziyaretine gittiğimde masasındaki “Konrad Adenauer Stiftung e.v.” tarafından verilmiş kartvizitin hâlâ masasında ve herkesin dikkatini çekecek şekilde durmakta olduğunu görünce meraklanıp sordum;
-“Hocam şu kartvizit dikkatimi çekti. Sizin Konrad Adenauer Vakfı’nda herhangi bir göreviniz mi var?”
Hoca böyle bir soruyu hiç beklemiyor olmalıydı ki; biraz da şaşırarak şu cevabı verdi;
- “Hayır. Bu kartvizit değil, yaka kartıdır. Adaneuer Vakfı’nda bir sempozyuma katılmıştık. O zaman vermişlerdi. Ben de masada başka isimlik olmadığı için buraya öylesine koydum…”
Hoca bu arada yaka kartını yerinden aldı ve sol göğsündeki cebinin üzerine takmak istedi. Kartı yerinden alınca arkasından Türkiye Diyanet Vakfı tarafından düzenlenmiş ve üzerinde adı geçen vakfın amblemi de bulunan ikinci bir kartvizit daha çıktı!
Anladım ki; Hoca, senelerdir Yayın Kurulu Başkanlığını yaparak bu hizmeti karşılığında ücret aldığı Türkiye Diyanet Vakfı yerine, sadece bir sempozyumuna katıldığı Konrad Adenauer Vakfı ile tanınmak istiyordu! Böyle istemese bile, en azından ziyaretine gelen misafirleri üzerinde “Konrad Adenauer Vakfı” ile ilişki içinde olduğu intibasını bırakmaya çalışıyordu. Tıpkı benim üzerimde böyle bir intiba bıraktığı gibi! Kim bilir bu isimliği (yaka kartını), belki de bir prestij vesilesi olarak kullanıyordu! Yoksa Hoca'nın “Masada isimliğim olmadığı için bu yaka kartını isimlik yerine kullanıyorum” şeklindeki savunması çok tutarlı bir savunma değildi. Üstelik aynı yerde TDV tarafından verilmiş ikinci bir kartvizit daha bulunmakta iken!
Öte yandan eğer istemiş olsaydı, Türkiye Diyanet Vakfı, onun için değil pirinç, bakır veya gümüş, altından bile bir isimlik yaptırabilirdi! Çünkü Prof. Dr. M.Saim Yeprem, o tarihlerde hem TDV Yayın Kurulu Başkanı hem adı geçen vakıfça yürütülen meşhur hadis projesinin koordinatörü hem de emekli olmakla birlikte DİB Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi sıfatıyla televizyon ekranlarının gediklisi durumunda idi. Bu sıfatıyla DİB adına fetvalar verip duruyordu hoca. Yani o tarihlerde kılıcının her iki tarafı, hatta kabzası bile kesen, dediği dedik, çaldığı düdük bir din adamıydı. Hiçbir isteği geri çevrilemez konumdaydı. Üstelik mensubu bulunduğu vakfın en modern makinelere sahip devasa bir matbaası da vardı.
Böyle bir vakfın bir çalışanının, adı geçen vakıftaki odasında bulunan "çalışma masasında yabancı menşeli bir vakıf tarafından verilmiş isimlik kullanıyor olması" doğrusu benim için çok şaşırtıcıydı. Zira Türkiye Diyanet Vakfı’nın bir çalışanının masasına “Konrad Adenauer Vakfı”na ait isimlik pek yakışmıştı!!!
Sayın Başbakan Alman Vakıflarından maddi kaynak alan CHP’li ve BDP’li belediyeler olduğunu ve bu kaynakların bir kısmının dolaylı yollardan PKK terör örgütüne aktarıldığını söyleyince hemen “Konrad Adenauer Vakfı” ve bununla irtibatlı olarak yukarıdaki anekdot geldi aklıma. Yani, Başbakan’ın “Bunlar ulemanın işi” diyerek bazı toplumsal meselelerin çözüm yeri olarak göstermiş olduğu ulemanın başındaki adam, isminin “Konrad Adenauer Vakfı” ile yan yana gelmesinden hiçbir şekilde rahatsızlık duymadığı gibi bilakis bunu bir övünç ve prestij aracı olarak görüyordu. Özetle; tavır ve tutumuyla, “Konrad Adenauer Vakfı, Türkiye için zararsız bir vakıftır” demek istiyordu.
* * *
Başta yukarıda ismi geçen ünlü Alman vakfı olmak üzere, bu ülkede uzun yıllardır faaliyette bulunan Alman vakıfları ile diğer ülkelere ait vakıfların zararlı faaliyetleri var mıdır bilmiyoruz. Sayın Başbakan “Var” dediğine göre demek ki vardır. O zaman bu ülkenin denetim organları, örneğin Başbakan'a bağlı Vakıflar Genel Müdürlüğü Teftiş Kurulu senelerdir ne iş yapar, Başbakan'a sormak gerekiyor.Örneğin Başbakan'ın yerine ben olsam, Alman vakıfları ile ilgili araştırmalar yaparken öldürüldüğü söylenen araştırmacıların dosyalarını yeniden açtırırdım. Bana göre; helikopter kazasında ölen Merhum Muhsin Yazıcıoğlu dosyası nasıl yeniden açıldıysa bir cinayete kurban giden Merhum Necip Hablemitoğlu dosyası ve diğerleri de yeniden açılmalıdır. Çünkü bize göre; bu ülke için bir şeyler yapmaya çalışan herkes saygıdeğerdir.
Sayın Başbakan, umarız ki; "Deniz Feneri Dosyası"nı ortaya çıkaran Alman Devleti’ne siyasi misillemede bulunmak maksadıyla atmamıştır böyle bir iddiayı ortaya.
Umarız ki; bu iddia da “PKK ile görüşmüyoruz. Görüştüğümüzü ispat edemeyen şerefsizdir…” şeklindeki iddia gibi altı boş bir iddia değildir.
Ömer Sağlam