NASA MI AYVALAR MI?

1940'ın 22 şubatında Trakya Vize'de doğmuşuz. Doğduğumuz günlerin havası, o kadar soğuk o kadar soğukmuş ki, yere tükürseniz buz olup düşermiş! Yedisine kadar yaşadığımız Vize'deki son birkaç kışı biz de unutmuş değilizdir. Mahallenin bir ve iki kattan ibaret evlerinden sarkan buzlar, kol ve bacak kalınlığında yerlere kadar inerlerdi. Evimizin dış kapı arkasında, kışın bir kürek bulunurdu. Bazı sabahlar, kapı açıldığında beyaz bir duvarla karşılaşırdık. Yani, işte bu kadar kar yağardı. O zaman alırdı küreği babamız, önce iç avluda müştemilat bağlantısını sağlar, sonra dış bahçeye ve oradan caddeye kadar yol açardı. Bir yetmişe yakın boyuyla, babamızın o kar yığını içinde kaybolduğunu şimdi bile hatırlarız! Bu kar her gün yağmasa bile, bir kere yağdı mı bahara kadar kalkmaz, böyle kalırdı. Vize'de ve tabiatıyla bütün bir Trakya’da (daha doğrusu geniş anlamıyla bölgede) eski kışlar işte böyle sert, soğuk ve karlıydılar.

1947'de, kalkıp Vize'den göçmüş ve gelip İstanbul'a yerleşmiş bir aileydik. Aslen çiftçi olan babamız, Vize'den tamamen kopmadan İstanbul'da bir arazi kiralamıştı. Burası, Eyüp'ün Rami semti dışındaki Köşkler denilen yerde, benzerlerini Amerikan filmlerinde

PATRİYOT MÜBADİLLER

Ülkemizin öteden beri başında olan bir takım gaileler, Cumhuriyet kurulmakla bitmemiştir. Hatta bir kısım sıkıntılar bundan sonra ortaya çıkmışlardır, demek lazım gelecektir. Mübadele konusu da böyledir. İstiklal Savaşımız sırasında işgalci Yunan güçlerine yardım etmiş veya en yazından yakınlık göstermiş ülkemiz Rumları, Savaş’ın malum sonucu üzerine ve haklı olarak, Türkiye’de kendileri için artık istikbal görmeyip vatan bildikleri Yunanistan’a kaçmışlardır. Orada mevcut nüfus üstüne binen Türkiye göçmeni Rumlar, Yunanistan’ın başına âdeta kâbus gibi çökmüşlerdir. Kaçışın rakam olarak sonucu, Yunanistan’da sosyal hayatı dalgalandırmış ve daha önemlisi ekonomik hayatı sözün tam anlamıyla bitirmiştir.

Konu, Lozan görüşmeleri arasına bu suretle girecektir. Lozan’da, Türkiye ve Yunanistan dışında yer alan üçüncü ülkeler, konunun çözümü olarak iki ülke arasındaki bir nüfus değişimini (mübadele) gündeme getireceklerdir. Teklif, Yunanistan’a uzanan bir can yeleğidir. Ne var ki, bunu Türkiye’nin de kabul etmesi gerekecektir. Türkiye, meseleyi kendi açısından ele alıp düşünmüş, getiri ve götürüsünü hesaplamıştır. Sonuçta kabul de etmiştir. Buna göre, Batı Trakya’da yaşayan Türklerle, İstanbul’da yaşayan Rumlar dışarıda bırakılarak, iki ülke genelindeki bir göç üzerinde anlaşmaya varılacaktır. 24 Temmuz 1924 tarihli antlaşma özetle budur.

Öte yandan antlaşmanın detayı içinde, Türkiye’deki Ortodoks Hristiyan Rumlar Yunanistan’a, Yunanistan’daki Türklerin yanında diğer İslam nüfus da Türkiye’ye göçürüleceklerdi. Nitekim de, anılan göç bu Antlaşma çerçevesinde gerçekleşmiştir. Türkiye’den Yunanistan’a göçen Rumların arasında Türk Ortodoks Hristiyan Gagavuzlarla gene Türk Ortodoks Hristiyan Karamanlılar dahi bulunmuşlardır. Yunanistan’dan Türkiye’ye göçün içindeyse, Türklerin yanında Bulgarca konuşan Pomaklar, Romence konuşan Ulahlarla, Rumca (Yunanca) konuşan Patriyotlar ve kendi dilleriyle konuşan Arnavutlarla Çingene Müslümanlar da bulunmuşlardır. Bizden gidenlerle birlikte göçenlerin hepsine birden “Mübadiller” denmiştir. Mübadil, Arapça olup eş değeriyle değiştirilen bir şey anlamındadır.

Şimdi, buradan sadede gelelim. Türkiye’nin ve dar anlamda Trakya’nın Çatalca’yla Silivri’nin merkezi ile çevresi köylerinde etnik grup olarak Patriyot denilen vatandaşlarımız vardır. Bunlar yukarıda andığımız Mübadillerden küçük bir öbektirler. Patriyotların Mübadele çerçevesinde Yunanistan’daki Makedonya bölgesinden göçmüş Rum olup, Osmanlı devrinde İslam’a girdiklerini zaten bilmekteydik. Başka bazı Patriyotların Anadolu’nun şurası burasında [il bazında Ankara, Aydın, Bursa, Eskişehir, İzmir, Manisa, Niğde ve Samsun] bulunduklarını bundan sonra öğrenmişizdir. Konuya ilişkin sözlü bilgi derlediklerimiz, bu bilgilerini Patriyotlarla birlikte göçen aile büyüklerinden miras almışlardır. Patriyotların durumlarını herkesten iyi bilmiş olacakları hususuna rağmen, bu konuda garip bir tutum takınmakta olduklarını görmekteyiz. Patriyotlardan birinin bize yazıp bilgi istemesi de bunun bir işaretidir.

Patriyot göçmenler Türkiye’ye ana dilleriyle gelmişler, Türkçe bilmediklerinden kaçınılmaz olarak burada da Rumca konuşmuşlardır. Şimdi öğrenmekteyiz ki, ikinci bir dil olarak Rumcayı hâlâ da konuşmaktadırlar. Biz bunu, kötü niyetle izah etmiyoruz. Ana dilleri, ata dilleridir; bir hatıra olarak saklayabileceklerdir. Hâl böyleyken, bir kısım Patriyotlar, durduk yere ve neden gerektiyse, kendilerine Türk ırkından kökler aramaktadırlar!

Türklüğü bu derecede istemiş olmaları takdirle bile karşılanabilecektir. Fakat, Anayasa’da ve halk arasında herhangi bir ayrım gözetilmediği, diğer vatandaşlardan ayrılmadıkları göz önüne alınır, hukuken herkes kadar Türk oldukları hatırlanacak olursa, durumda bir garabet görmemek mümkün değildir! Çünkü, kişinin etnik kimliğini seçmek şansı bulunmamaktadır. Dünyaya hangi kimlikle gelmişse de o olacaktır. Milliyet konusu bundan farklıdır ve bu açıdan zaten Türktürler! Gereksiz ve yersiz bir takım kaygılar giderilsinler, birileri mutlu olsunlar diye tarihin gerçeklerini değiştirebilir miyiz!? Geçmişte ne olmuş ve ne yaşanmışsa, buna paralel ne yazılmışsa tarih odur! Saptırılamaz ve hele de uydurulamaz!

Oysa, Atatürk kısa ve veciz bir cümleyle bunu esastan çözmüş bulunmaktadır: "Ne mutlu, Türküm diyene!" demiştir. Bu demektir ki, senin etnik kökenin her ne olursa olsun, bu ülkede yaşıyor ve Türklüğü de benimsiyorsan, ne mutlu! Oradan ötesi hiçbir şey değildir. Çünkü, Atatürk mensubu olduğu Türk ırkını ne kadar seviyorsa da diğer etnik unsurları da bağrına basan bir anlayıştaydı. Yeter ki, Türklüğü benimseyip Türkiye’yi sevsinlerdi. Yani o, bir milliyetçi ve fakat ırkçı değildi.

Kaldı ki, ülkemizde mesela Arnavut aslından olmakla Adanalı olmak veya Abaza olmakla Ankaralı olmak, hukuk ve siyaset temelinde eşittirler. Meğer ki, vatanın menfaati karşısında suç işlemiş olsun! Yeter ki, vatana ihanet etmemiş olsun!

Patriyotların, Anadolu’da ne kadar tanınmakta olduklarını bilemiyoruz. Trakya’ya gelince, yaşadıkları muhitten uzaklaşıldıkça daha az tanınmaktadırlar. Şu var ki, onları tanıyan herkesin, haklarında bizimki kadar bir bilgiye sahip olduklarını bilmekteyiz. Durumlarının diğer gruplar karşısında nispeten orijinal olması, bu tanınmışlığı bir bakıma kolay kılmaktadır.

Kendisiyle bire bir görüştüğümüz ve ailesi de aynı yöre (Gevgili) göçmeni olan Silivrili bir kişiden, Patriyotların geçmişinde Tepedelenli Ali Paşa’nın büyük rolü olduğunu dinlemiştik. O da bunu aile büyüklerinden dinlediğini anlatmıştı. Tarih kayıtlarına da bakılırsa bu husus pekâlâ da mümkün görünmektedir. Şöyle ki: Andığımız Ali Paşa 1744’te Arnavutluk-Tepedelen’de doğmuş olup, 1822’de de Osmanlı ordusunca Yanya’da öldürülmüştür. Kendisi, görevde olduğu Yanya’yla bunun çevresinde âdeta devlet içinde devlet gibi hüküm sürmüştür. İcraatının önemli biri, Yanya dolayındaki Suli denen kasabanın Suliot “Sulyot” adındaki Rum sakinlerini yok etmesidir. Burada yok edilmekten kasıt, elebaşlarının öldürülüp diğerlerinin İslam’a sokulmaları anlamına gelmelidir. Başka bir seçeneği düşünemiyoruz. Yoksa, bütün toplumunun çoluk çocuk denmeden katledilmiş olmaları asla söz konusu olmayacaktır! Olay, Batı’da tam bir katliam olarak görülerek, bunun yağlı boya tabloları yapılmış olsa dahi bunları ressamın, konunun cazibesine kapılarak hayal gücünü çalıştırmasına bağlamaktayız.

Ancak… Ali Paşa hususunda şöyle bir kopukluk hemen dikkati çekmektedir: Patriyotların Türkiye’ye göçtükleri Grabene, Nasliç, Serez başka yerlerdir, Suli gene başkadır. Gerçi, bunların dördü de, kuzeybatı Yunanistan ve Makedonya’da birbirlerine yakın olsalar bile ayrıdırlar. Bilgi birikimimiz bu noktayı izah için yeterli değildir. Bunun için çok daha derin araştırma gereklidir.

Patriyotlara ilişkin olan şu hikâye de anlatılıyor: Osmanlılar Balkan savaşında yenilip geri çekilirlerken, Grabene şehri Yüzbaşı Bekir Fikri komutası altında iki yıl daha direnmişmiş! İşte bu yüzden, bunlara vatansever anlamında “Patriyot” denmişmiş! Kendilerinin anlattıkları ve gene kendilerinin dinledikleri bu hikâyenin, Patriyotlardaki yersiz ve gereksiz “Türklük” kaygılarından doğduğu anlaşılmaktadır. Çünkü, vatansever anlamıyla bilinen Patriyot sözü aslında Yunancadır. Fransızca’yla İngilizce’ye buradan geçmiştir. Vatansever anlamının yanında vatandaş ve hemşehri de demek olur. Böyle bir olay gerçekten yaşanmış olsa bile, olayın kahramanları Türkler olacaklarından, bunlara gene Türkçe olarak vatansever hatta daha doğrusu o günkü dille “vatanperver” denecektir! Bunu, Yunanlılar değil elbette ki Türkler söyleyeceklerdi! Oysa kelime Yunancadır!

Ayrıca, var sayalım ki Grabeneli göçmenlerin anlattıkları gerçek olsun. Öyleyse, Nasliç ve Serez’den göçen Patriyotlar nasıl vatansever olmuşlardır? Girit ve diğer adalardan göçenler nasıl izah edileceklerdir? Neden, Grabeneli gibi onlara da aynen Patriyot denmiştir!? İşte bunlar, durduk yerde bir takım arayışlara girmiş Patriyotları zorda bırakacak cevapsız sorulardır!

93 Harbi göçmenleriyle bundan sonrakilerin Trakya’da kendilerine göre yerli sayıp, Gacal dedikleri bir unsur vardır. Öyle anlaşılıyor ki, Yunanistan’da (Makedonya’da) da bu böyle olmuştur. Yani, oranın yerlileri, hemşehri veya vatandaş anlamında diğerlerinden ayrılmışlardır. Pek bellidir ki, o zaman bölge etnik gruplarını tasnif ve bunu anlatmak için, Patriyotlara yerli anlamında, hemşehri anlamında Patriyot denmiştir. Patriyotların, Makedonya’daki iki etnik isimlerinin Vallades ve Vallahades olduğunu bundan sonra öğrenmişizdir. Biz, bu iki isimle Makedonya’nın Romenleri (Romalıları) olan Ulahların (Vlahların) arasında bir bağ sezmekteyizdir.

Bu konunun bir yanı da şurasıdır: Patriyotların bizzat kendileri, Makedonya’nın Grabene, bundan sonra Nasliç ve Serez bölgelerinden geldiklerini ifade etmektedirler. Oysa, bu tarihlerde, yani Patriyotların Türkiye’ye göçünden önce yoğun yaşadıkları Grabene’de hiç Türk nüfus tespit edilememektedir. Eldeki tarih belgelerine göre, bura ve buranın geniş çevresi halkı, tamamıyla Grek ve Ulah (Bir üst paragrafa dikkat!) nüfusundan ibarettir. Nasliç tamamen Makedonlarla meskun iken, Serez Bulgar ve Greklerin yanındaki bir avuç Türk nüfusu barındırmaktadır! Hatta, bunun yanındaki Yanya toprağı bile Grekler ve Ulahlarla meskundur.

Bilineceği üzere, Patriyotlar Türkiye’ye Lozan Antlaşması üzerine mübadeleyle gelmişler, burada, Yunanistan’a göçen Rumlardan boşalan yerlere yerleştirilerek iskân edilmişlerdir. Lozan Antlaşmasının ırk ve millet değil, din esasına dayalı olduğu hususu hatırdan çıkarılmamalıdır. Bu demektir ki, Yunan göçmenleri arasında Türklerin yanında aslen Türk olmayıp, İslam’ı seçmekle Türkleşenler de bulunmaktadırlar. [Şurası önemlidir: Onlar için “Türkleşenler” diyoruz! Yani artık Türktürler; o hâlde neyin peşindedirler!?]

Yunanistan göçmenlerinin bir kısmı, Anadolu’dan göçen Yörük ve diğer bir kısmı da Kırım’dan göçen Tatar Türkleridirler. Kökenleri tam bilinemeyen Konyarlar ise, Türk aslından olmalarına rağmen, Makedonya’ya nereden geldikleri belirsizdir. Anadolu’dan olabilecekleri gibi, Tatarlardan önce Kırım dolayından da göçmüş olabileceklerdir.

Diğer yandan, Makedonya’da yaşadıkları yerde bir şekilde İslam’a giren birçok cemaatler bulunmuşlardır. İşte… Lozan Antlaşmasında anılan Türklerden ayrı Müslümanlar bunlardır. Her mübadil göçmen, “Atalarım Konya’dan göçmüş, ırkım da Türktür.” diyecek olursa, peki Türk aslından olmayanlar, yani İslam olup da Türk olmayanlar kimlerdir o h
âlde!?.

Ayrıca bu Konya takıntısı da yanlıştır. Rumeli’ye göçlerin merkezi sadece bir Konya değil, neredeyse bin yerdir! İşte, bu kadar geniş bir alandan göçülmüştür. Anadolu ve Suriye’den Yörükler göçerlerken, Kırım dolayından da Tatarlar gelmişler ve Rumeli’nde birlikte harman olmuşlardır.

Şimdi, İngilizce kaynaklardan sağladığımız Yunan Makedonyası etnik İslam gruplarının nüfuslarını verelim: Yaklaşık ve yuvarlak rakamlarla; 500 bin Türk, 150 bin Pomak, 110 bin Arnavut, 15 bin Roma (Çingene), 13.753 Grek yani Yunanlı ve 3 bin Ulah yani Romen. Bunlar, Osmanlı Balkanlarda küçülüp geriledikçe Türkiye’ye göçe başlamış. Öncelikle, Balkan Harbi sıralarında Türkiye’ye 100 bin dolayında Türk göçmüş. Bunun, Mübadele dönemine kadar zaman zaman sürdüğü anlaşılmaktadır. Sonuçta, Mübadeleyle ve kesin rakamla 375, 976 İslam nüfus daha göçerek Yunan Makedonya’sında Türk ve İslam unsur kalmamıştır.

Bu kadar geniş bir anlatımdan sonra, elimizdeki Türkçe, Fransızca ve İngilizce belgelere geçelim: Türkçe belge, Patriyotların Türkiye’ye göçtüğü başlıca yer olan Grabene’deki bir İslam cemaatine işaret etmektedir. Osmanlının ilk devrinde, bu yerde Duralı (Duralu) diyerek Niğde’yle bağlantılı bir cemaat vardır ve bütün bilgi bundan ibarettir. Malumdur ki, cemaatler çokçası dinî amacı olmak üzere birleşmiş toplumlardır. Değişik etnik kimliklerden de oluşabilirler. Fransızca belgelerse, yamalı bir bohça gibi rengârenk iki haritadırlar. Bunların biri 1911 tarihliyken, öteki daha eski bir tarihi işâret etmektedir. Haritalar Makedonya etnik nüfus yapısını göstermekteler. Eski haritada, Grabene ve geniş çevresi aralarına Ulahların da sokulduğu Greklerle meskûndur. Nasliç’te tamamen Makedonlar yaşamaktadırlar. Serez ise hayli geniş bir Türk nüfusla doludur. 1911 haritasına gelince, durum sadece Serez’de değişmektedir. Buradaki Türkler büyük ölçüde azalmış görünmektedirler. Patriyotların göçtükleri Grabene ve Nasliç’te Türk nüfus gene sıfırdır! İngiliz belgesindeki durum ise oldukça sevimsizdir: Burada yazılanlar, yukarıda verdiğimiz Ali Paşa olayını doğrular mâhiyettedir. Yani katliam gibi!

Kişi, milliyetini bizzat seçebilmeli, kendini ne hissediyorsa da o olmalıdır. Patriyotlar için de bu böyledir. İçinde Türk duygusunu taşıyorsa, -biz ki taşıdığından emin bulunuyoruz- mesele bitmiştir. Buna, uydurma millî destekler aramaya ihtiyaç duymamalıdır. Kısacası, etnik kimlikler ancak ilmin konusu olabilmelidirler. Artık kaynaşmış, bir bütün olmuş toplumların bölünmelerine gerekçe değil. Birileri yalandan mutlu olsunlar diye de tarih gerçeği değiştirilemeyecektir! Ülkemizin Türk potasında, bunca etnik grup yanında demek ki bir de Patriyot vatandaşlar bulunmaktadırlar. Mesele, işte bu derecede basit bir husustur. …ve bundan öteye hiç şey değil.




Mete Esin

KUR'AN TARTIŞMALARI

Bugün İslam’ın anayasası Kur’an üzerine yazıyoruz. Ancak, bu öyle bir anayasadır ki, inananlar tarafından üzerinde anlaşma sağlanamaz. Kimilerince bir yana çekilir, kimileri kanaatlerine göre Kur’an yorumları yaparlar. (Mezheplerin ortaya çıkışları da böyle olmuştur.) İnanmayanlara gelince. Onlar zaten inanmadıkları cihetle, kendilerince de mesele yoktur. Hatta, bu türden çekişmeleri kendi görüşlerinin kanıtı olarak öne sürerler! “Bakın, inanıyor fakat aranızda anlaşamıyorsunuz, inanç birliği gösteremiyorsunuz.” derler!
Arada sırada, birileri ortaya çıkarlar ve nedendir bilinmez, Kur’an’a olmayacak manalar atfederler. İşte, şimdi gene bunların biri TV’lerde dolaşıyor. Neymiş efendim, şifreleri çözmüşmüş! Ne şifresi be adam!?. Bizzat Kur’an’ın kendisi, hem de apaçık bir beyan olduğunu bir çok defa söylüyor! Esasen Kur’an gibi kutsallık atfedilen kitaplar dogmadırlar. Yani, bilimsel kitaplar gibi tartışmaya açık değildirler. İnanılırsa olduğu gibi kabul edilir, yok eğer inanılmıyorsa tümüyle red ve inkâr edilirler. Ayrıca, Kur’an eğer ilahî bir metin ise, hükümleri “iki kere iki” gibi kesindir. Her yerde, her zaman ve her şart altında “dört” eder!
Ramazan ayına da girdik ya, Kur’an bir de bu açıdan ele alınıp üstüne görüşler

İSLAM TERÖRİST MİDİR?

Ne ekonomik sıkıntılar, ne de bunun doğurduğu işsizlik benzeri sorunlar... Son günlerde dünyâ gündemindeki başlıca konu terördür. Özellikle de ABD’de yaşanan terörün gerçekten dev boyutlusu. Arapça tedhiş karşılığı olan terör, dilimize Fransızca’dan geçmiş sözlerden biri olur. Anlamı için; korkutmak, korkutarak sindirip yıldırmak diyebiliriz. Terör sözü, terörün kendisiyle birlikte şu son yıllarda dile düşmüştür. Fakat, terör ortaya yeni çıkmış bir olgu değildir. Çok sık olmasa da, tarih kayıtlarında örneklerine rastlanabilmektedir. Özünde gizli ve sinsi bir niyet yatan sabotaj ve suikastı da, terör dediğimiz eylemlerin birer parçası saymaktayız. Bunlar terörün eylemleri ve uygulama biçimleridirler.

İnsanlar teröre neden ihtiyaç duyup, bunu neden yaparlar? Konuya buradan başlayalım. Anlaşamazlıklar, insanın yeryüzündeki varlığı kadar eskidir. Bu noktada “Habil-Kabil”i hatırlayalım. Terörün de temelinde, daha çok siyasal olmak üzere, aslında bu anlaşamazlıklar yatmaktadırlar. Düşmanları veya rakipleriyle olan münâsebetlerinde anlaşıp uzlaşamayan, kendilerini kabul ettiremeyip, onu alt edecek başka gücü ve imkânı da bulunmayanlar, çareyi; sabotaj gibi, suikast gibi dehşet uyandıran ve haince

İSLAM'IN KANDİLLERİ

Kandiller, zamanla ve bir evrim sonucunda İslam’a monte edilmiş ve artık kutsal sayılan günlerdir. İslam’da, en çok bilinerek önem verileni Kadir olmak üzere beş Kandil bulunmaktadırlar. Bunlar; Mevlid, Regâip, Miraç, Berat ve Kadir adlarıyla sıralanmaktalar. Ancak, Milat’tan on gün kısa olan Arap takvimine göre bu sıralama, yıldan yıla değişebilmektedir de.

Konuya kandil denen aydınlatma aracından girelim... Bunun aslı olan candela (okunuşu kandela) , Latince yani Roma dilinden geliyor. Buradan Araplar alıp kındil demişler; biz Türklerse sözü onlardan almış ve kandile çevirmişizdir. Belli bir yaşın üstünde olup, köy ve kasabalarda yetişmiş olanlar kandil görmüşlerdir. Kandil camsız bir alet olup gaz lambasından daha basittir. Bazı kandillerse âdeta fitilli bir çanaktan ibarettirler. İlk kandiller pişmiş topraktan yapılmış, sonra şekilden şekle girmişlerdir. Tarihte; taş, kurşun, cam, seramik, tunç, gümüş, altın gibi çeşitleri görülmüşlerdir. En sonundaysa tenekeden ve camlı yapıldığı görülmüştür. Kandiller sıvı yağları, daha çok da zeytinyağını yakmışlardır. Elektriğin yaygın olarak kullanıldığı günümüzde, camilerin

HIDRELLEZ ve KAKAVA

Altı Mayıslarda kırlara çıkılır. Yenir içilir, oynanır eğlenilir. İşte bu Hıdrellez’dir ve tam anlamıyla da bir bahar bayramıdır. Hıdrellez, Hızır (Hıdır) ve İlyas sözlerinin birleşik söylenmesiyle ortaya çıkmıştır. Sözler birer birer Arapçadırlar ama, Hıdrellez birleşik sözüne Türkçedir dememiz gerekmektedir. Çünkü bu isimler, biz Türklerin dili ve kulağına göre biçimlenip Hıdrellez’e dönüşmüşlerdir. Burada hemen belirtelim ki, Hıdır ile Hızır aynı ismin Türk ağzında değişik söylenişleridirler. Tıpkı Ramadan-Ramazan veya Rıdvan-Rızvan gibi. Aslının Arapça olduğunu bildiğimiz bu isimler ve benzeri diğer sözler, gene Arapça yazıdan biz Türkler için ancak böyle okunabilmektedirler. Araplar ise, kendi dillerinin d-z ortak sesiyle, bunu ortalama biçimde ve bir defada söyleyebilmişlerdir.

Kur'an'ın; En'am, Kehf ve Sâffât sûrelerinde Hızır ve İlyas'ın bahisleri peygamber sıfatıyla geçmektedir. Aynı peygamberler, kutsal kitaplar dışındaki bazı efsanelere de karışmışlardır ve daha çok da bu yanlarıyla tanınıp yaşamaktadırlar. Türkler, Hızır-İlyas'ı elbette ki İslam’a girdikten sonra tanımışlardır. Hızır ve İlyas, bugün dahi

KARAMANLİS'İN SOYU

Komşumuz Yunanistan’da genel seçimler vardı; galiba on iki yıl sonra Yeni Demokrasi Partisi kazandı ve iktidara geldi. Kazanan partinin başkanı yani yeni Başbakan Kostas Karamanlis’in durumu hayli ilginç. Hani, Türk asıllı olduğu söyleniyor ya!?. Bu, aslında Yunan siyasetindeki ilk Karamanlis değildir. Bunun amcası eski Karamanlis zamanında konu gündeme gelmemiştir de şimdi ne olmuştur? diye düşünmek mümkündür. Pekiyi, Karamanlisler gerçekten Türk asıllı olabilirler mi? Gene biz cevaplayalım: Pekâlâ da olabilirler! Bu konuya, geçmişte bir kaç defa değinmiştik. Ancak, o zaman asıl konu yanında bu gözden kaçmış olabilecektir. Şimdi, bir daha irdeleyip nasıl olabileceğine bakalım.

Türkler Anadolu’ya asl’olarak ve büyük kitleler halinde "1071 Malazgirt Savaşı"ndan sonra gelip yerleşmişlerdir. Ancak şu da bilinmelidir ki, Anadolu’ya ilk ayak basan Türkler bunlar değildirler. Daha önce ve bundan epey bir zaman önce, küçük bazı Türk gruplarının Kafkaslardan inerek kuzeydoğu Adadolu’ya yerleştikleri anlaşılmaktadır. Bu Türkler asıllarını acaba ne kadar koruyabilmişler veya yerli halklara karışmışlar mıdır? Bunu bilemiyoruz. Anadolu’ya Kafkaslardan gelen Türklere göre çok daha fazlası ise

MANAV ETNİK KAVRAMI

Dün gece internette gezinirken, aslında çok ilginç olmasına rağmen nedense üstünde pek (hatta hiç) durulmayan bir konuyla karşılaştık. Tesadüf ya, daha önce merak edip kendi çapımız ve imkânlarımızla araştırmış olduğumuz bir konuydu bu.

İşte, o konu: (…Manav bir ırktır ama en kral Türk'tür) (Türklerin yörüklükten yerleşik hayata geçmesiyle ve daha çok sebze meyve yetiştirip çiftçiliğe yönelmesiyle aldığı isim. Ayrı bir ırk olmasa gerek)

Yukarıdaki paragrafta tırnak içine aldığımız iki ibareyi, internetteki bir ansiklopedi sitesinde bulduk. Hiçbir yanına müdahale etmeden bunları aynen aktarmaktayız. Sözler, anlaşılmış olacağı üzere “Manav” etnik kavramı üzerine söylenmişlerdir. Biz ise bunları hayli eksik ve yanlış bulmuştuk. Bu münasebetle de konuya ilişkin aşağıdaki bilgiyi kaleme almaktayız. Konu, Anadolu Türklüğünün oluşumu, tarih ve etnolojisi açısından son derecede ilgi çekicidir. Bu husus, Anadolu’da özellikle yaşlılar arasında açıklıkla bilinmesine rağmen, konuşulmak ve yazılmaya sıra gelince, belki bir tabu

MİLLÎ MARŞ ÜZERİNE

Mart ayı yıl dönümleriyle geçiyor. Bunların arasına bir de "Kurban Bayramı" girdi. Yazmak istediklerimiz sıraya dizildiler. Millî marşımız da bunlardan biriydi. Geciksek de konuyu yazalım, dedik.

Marş sözü Fransızca olup yürümek anlamındadır. Müzik terimi olarak ise bir kimse veya topluluğun yürüyüşü demektir. Ülkelerin, bayrakları yanında simge olarak bir de marşları ve paraları vardır. İki ülkenin durumlarıysa marş konusunda istisna olurlar: Zimbabve'nin millî marşı yoktur. Yeni Zelanda'nın da bir millî marşı yoktur; çünkü iki marşı vardır! Millî marşlara ilişkin, ilgi çekici diğer tespitlerimiz şunlar olmuşlardır: Şu bildiğimiz İran'ın millî marşı, baskı ve zulmün yıkıldığını söylemektedir! Evet, günümüz İran’ında baskı ve zulüm yıkılmışmış! Kanada marşında beste bir, güfte ise İngilizce ve Fransızca olmak üzere, ayrı anlam da ikidir! Şimdiki Rusya'nın da, biri güftesiz iki millî marşı vardır. Gine, Senegal ve Tanzanya'nın marşları millî değil âdeta Afrika marşıdırlar! Afganistan, Birleşik Arap Emirlikleri, artık Kuzey'le birleşik olan Güney Yemen, İspanya, Katar, Moritanya'yla Somali'nin marşlarındaysa söz, yani güfte bulunmamaktadır. Peki, ülkeler, eğer klasik müziğin dünya devleri iseler millî marşları nasıl olur?.. Bakalım ne

  • ALINTI YAPMAK İÇİN

    • Yazarlarımızın makaleleri ve Sayın Günay Tulun'a ait şiirlerin, "Radyo-TV ile diğer basın ve yayın organlarında" yayım ilkesi: Önceden haber verme, eserin aslına sadık kalma, eser sahibiyle alıntının yapıldığı yer adlarını anlaşılır bir açıklıkla belirtmektir. Yayın öncesi bildirim imkânının bulunamadığı aniden gelişen durumlardaysa nezaket gereği, [sessizliginsesi.tr@gmail.com] adresine yayın sonrası bilgi gönderilmesini rica eder; tüm yayınlarınızın başarılı geçmesini dileriz.
  • ESER EKLEMEK İÇİN

    • "Sessizliğin Sesi Grubu"yla "Yazarlar ve Ozanlar Grubu"na ait tüm basılı ya da dijital yayın sayfalarında halkımızın geniş dünya ilgisine uygun olarak her türlü konuya yer verilmiştir. Yayınlanan fotoğrafların büyük bir kısmı "Kadim Okurlarımız" tarafından gönderilmiştir. Fotoğraf ve çizgi resimlerde "İlişkinlik-Telif Hakkı" konusunda tereddüt oluştuğunda bu eserleri yayından çekme hakkımız saklıdır. "Sessizliğin Sesi Grubu"yla "Yazarlar ve Ozanlar Grubu"na ait tüm gazete, dergi, site, blog gibi yayın araçlarında yayınlanan makale ve diğer yazı türleriyle fotoğraf, resim, yorum gibi her türlü eserin; üçüncü şahıs, kurum ve kuruluşlara karşı her türlü sorumluluğu, bu eserlerin sahibi olan yazar, gönderici ve ekleyicilerine aittir. "Sessizliğin Sesi Grubu"yla "Yazarlar ve Ozanlar Grubu"nun yayın organlarına kayıt edilen ya da kaydedilmek üzere gönderilen eserlerin, telif hakları konusunda problemsiz olmaları önemli ve gereklidir. Yayın Kurulu, gönderilen eserleri yayınlamaktan vazgeçebileceği gibi, dilediği yayın organlarından birinde ya da hepsinde aynı anda ya da değişik zamanlarda yayınlayabilir, yayınlamak isteyen üçüncü şahıslara, tüzel kişiliklere ve kurumlara onay verebilir ya da onlar tarafından yayınlanmasını engelleyebilir. Yalnız şu unutulmamalıdır ki bu eserler, okura saygı kuralı gereği Türkçe kurallarına uygun olmalıdır. Yazılar yayınlandıktan sonra, yazar ya da ekleyicisi; istifa, uzaklaştırılma, çıkarılma dâhil herhangi bir nedenle yazı göndermesi sonlandırılmış olsa dahi "Sessizliğin Sesi Grubu"yla "Yazarlar ve Ozanlar Grubu Yayın Kurulları"nın oy birliği içeren onay kararı olmadan eserlerinin kayıtlarımızdan ihracını isteyemez, istediği takdirde bunun reddedileceğini en baştan bilmelidir. Gönderici ve yazarlarımızın bu konuya önceden dikkat etmeleri, ileride ihtilaf doğmaması için baştan eser göndermemeleri gerekmektedir. Yayın organlarımıza ekleme yapanlar, bu konudaki sorumluluklarını okumuş ve kabul etmiş sayılacaklardır. Uzun süre yazı göndermeyen ya da yazmayı bırakan köşe yazarlarımızın o güne kadar gönderdikleri tüm yazılar "Konuk Yazarlar" bölümüne aktarılarak yeniden yazı göndermeye başladığı güne kadar köşesi kapatılır. Köşeyi kapama ya da kapatılan köşeyi açıp açmama konusunda karar sahibi, "Sessizliğin Sesi Grubu" ile "Yazarlar ve Ozanlar Grubu"dur. İhtilaf durumunda, İstanbul'un Kadıköy Mahkemeleri yetkilidir.
  • YORUM YAZMAK İÇİN

    Sayın Okurlarımız: Yorumlarınızı; Grubumuza ait "Google, Yahoo, Mynet, Hotmail, TurTc " ve diğer posta adreslerimize göndermek yerine, "Yorum bölümü açık olan sitelerimiz"deki; yorum yazmak istediğiniz yazının alt kısmında yer alan "Yorum", "Yorum Yapın", "Yorum Yaz" veya "Yorum Gönder" tuşlarını kullanarak doğrudan kaydetme olanağınız bulunmaktadır. Yazacağınız yorumlarınızın; gecikmeksizin, anında yayına girmesini dilerseniz bu yolu tercih etmenizi, saygılarımızla öneririz.

Google'da Webler Arası ve Site İçi Arama

*TATİL ve DİNLENME
Marmara Adası
DAVRAN MOTEL

*HASTANE RANDEVU SİSTEMİ
182 Merkezi Hekim Randevu Sistemi ile RANDEVU ALMA

FotoğrafımGrup Kimliğini Görüntülemek İçin Tıklayın




HABERCİDEN, "Yazarlar ve Ozanlar" ile "Sessizliğin Sesi" Gruplarına Ait Özgün Bir Kanaldır.